Sabah ezanı
ile kalkmıştı Toprak. Yengesinin sesini duyunca çıktı odadan. Az ama iyi
uyumuştu. İlk saatler gözlerini tavana dikerek geçmişti. Yengesi ile yaptığı
konuşmayı düşünmüştü. Aklı karışıyordu. Ece ile ilgili duygularını
adlandırmakta zorlanıyordu. Kalbi işin içine girdiğinde onu gördüğü an
heyecanlandığını yanında olmak istediğini, hatta o güzel yüzünü ellerinin
arasına alıp her milimini öpmek istediğini biliyordu. Ama işin içine beyni
girdiğinde düşünceleri değişiyordu. Çünkü aralarındaki mesafe ve farklı yaşam tarzları
yürümeyecek bir ilişki olacağını ortaya koyuyordu. Üstelik bunların hepsi kendi
beyninde yarattığı şeylerdi. Ece’nin ne hissettiğini zerre kadar bilmiyordu.
Üstelik yengesinden de bu konuda bilgi alamamıştı.
Tek
öğrendiği evlenmek gibi bir amacı olmadığını söylediğiydi. Ama bir de Mehmet
Ali diye birisinin ara sıra çiftliğe gittiğini birlikte at bindiklerini
öğrenmişti. Acaba tay satışlarında o da olacak mıydı? Yengesinden onun da tay
satın aldığını öğrenmişti. Belki yarın onu da görecekti orada? Aynı köydenmiş
ama anımsayamamıştı kim olduğunu. Yaşıt olmaları da fayda etmemişti. Aksine
canını sıkmıştı. Dul olduğunu öğrendiğinde ise iyice sıkılmıştı.
Yengesi ile
erken yapılan kahvaltıdan sonra yola çıktı. Zaten
dönecekti ama asla bu kadar erken yola çıkmayı düşünmemişti. Oysa şimdi bir an
önce İzmir’e gitmeyi ve Ece’yi orada, hipodromda bulmayı istiyordu. Belki
birlikte yemek yerler ve onu biraz daha yakından tanırdı. Kim bilir, belki de
böylece aralarında bir şey olamayacağına aklı iyice yatardı.
Yoldaki
güzellikleri izleyerek ama biraz fazla sürat yaparak döndü şehre. İlk iş
arabayı teslim etmek ve kendi arabasını almak oldu. Saat daha on olmadan
hipodroma ulaşmıştı. İçi rahatlamış olarak tay satış alanına doğru yürümeye
başladı. Kalabalık şaşırtmıştı. Bu kadar ilgi olacağını tahmin etmemişti. Satış
alanının dışında bir koşuşturma vardı. Bir sürü insan sanki karşılıklı yer
değiştiriyor gibiydi.
En sonunda aramaktan vazgeçip, boynundaki karttan
görevli olduğunu anladığı kişiye satılacak tayların sahiplerinin nerede
olabileceğini sordu. Nihayet tarif edilen yeri buldu. Telefon açabilirdi ama
içinde bir tedirginlik vardı. Ece’nin kendisinden kaçacağını düşünüyordu. Neden
böyle bir korkunun içine işlediğini bilmiyordu. Bir sürü at ve etrafındaki
kalabalık ile karşılaştığında yine tedirgin oldu. Ama bu kez şansı yaver
gitmişti. O kısa boyuna rağmen etrafındaki hareketler sayesinde Ece’yi
görebildi. Kısa boy mu? Etrafta bir sürü kısa boylu jokey ve apranti vardı
zaten. Ece, aralarında uzun bile sayılırdı. Kendi düşünceleri ve onu bulmanın
verdiği rahatlık ile yüzüne küçük bir gülümseme yerleşti.
Yanında Ece’den bile kısa iki jokeyin olduğu yere
doğru yürürken bir de uzun boylu, yakışıklı birini gördü. Adam eğilmiş Ece’ye
bakarken Ece de başını kaldırmış ona bir şeyler anlatıyordu. İkisi de keyifli
bir konuyu konuşuyordu belli ki!
Bir değişiklik vardı. Ne olduğunu kısa sürede
anladı. Hep görmeye alıştığı yemenisi yoktu. Saçları yine örülüydü ama bu kez
kuaför eli değdiğini tahmin ediyordu. Üstünde de dar bir kot ile kısa bir mont
vardı. İzmir daha sıcaktı Denizli’ye oranla. Bu da Ece’nin kıyafetlerine hemen
yansımıştı. Köydeki Ece ile şehirdeki Ece arasındaki farkı görmek pek hoşuna
gitmemişti. O köydeki Ece’yi tercih ediyordu. Yanına gidip gitmemekte tereddüt
etti. Sonunda geleceğini söylediğini, onun da itiraz etmediğini anımsayıp dörtlünün
görüşmesini bölmeyi göze aldı.
“Merhaba
Ece, nasılsın?” Onun şaşkın gözlerle kendisine bakması hoşuna gitti. Gelmesini
beklemediği ortadaydı. Ama görünce sanki bir an sevinç parıltıları geçmişti
gözlerinden. “Merhaba Toprak… Ağabey.” Yine aynı kelime, Toprak sinirleniyordu
artık. Hele yanındaki adamın rahatlamış vücudu daha da rahatsız etmişti. Onun
da yakasında görevli kartı vardı. Bunu gördüğünde Toprak biraz sakinleşti ama
kendisine ağabey denmesinden mutlu olmasını anımsayınca yine gerildi. Ece tüm
bunlardan habersiz konuşmaya devam etti. “Geleceğini tahmin etmiyordum. Çok mu
erken yola çıktın?”
“Geleceğimi
söylemiştim. Merak ediyorum satışları!” Gerçeklik payı yok değildi bu
söylediğinde. Asıl merak ettiğinin Ece olduğunu belli etmediğini umuyordu.
Onlar
konuşurken yanlarında dikilen genç adam biraz havadan bakan bir tavırla “İlk
kez mi satışlara katılıyorsunuz?” diye sordu. Toprak başı ile onaylayınca “O zaman
size biraz bilgi vereyim.” dedi ama Toprak lafı ağzına tıkadı. “Ece anlatır
bana, teşekkürler.”
Ece,
uzun boylu adama görüşmesinin bittiğini belli edip jokeylere döndü. Toprak
onları izliyordu. Önce daha yaşlı olanla konuşmaya başladı. “Cüneyt ağabey,
önümüzdeki ay ya da en geç bir sonraki ay bizim köye gelir misin? Sana
göstermek istediğim bir tay var. Daha doğrusu fikrini almak istiyorum.”
“Gelirim.
Sana tarihi bildiririm. Yarışta görüşürüz. Hayırlı satışlar.”
“Sağ
ol. Eşine selamlarımı ilet.” Yaşlı jokey de yanlarından ayrıldığında sadece
genç jokey kalmıştı. Ece ona dönüp “Perşembe günü artık jokey olacak mısın?”
“İnşallah
Ece abla! Senin sayende olacak.”
Ece,
Toprak’a dönüp, “Süleyman apranti. Perşembe günkü yarışlarda ilk bineceği at benim.
O yarışı kazanırsa bir sonraki yarışa jokey olarak çıkacak.”
“Şimdiden
kutlayayım o zaman seni. Başaracağından eminim.”
“Teşekkür
ederim. Ece ablanın atları sayesinde kısa sürede jokey oluyorum. Birinci olup
ablama da öyle teşekkür edeceğim. Ben gideyim de antrenmanı yapalım. Ali seyis
bekliyordur beni. Hayırlı satışlar.”
Tam
apranti yanlarından ayrıldığında az önceki uzun boylu görevli yeniden yanlarına
gelip “Ece hanım, evraklarınızı getirdim.”
“Ben
gelip alırdım neden zahmet ettiniz?”
“Hiç
zahmet olur mu? Satışlardan sonra görüşürüz umarım.”
Toprak
burnundan solumaya başlamıştı. Neredeyse koluna girip sürükleyecekti oradan.
Kendine hâkim olup, Ece’nin adım atmasını bekledi. Genç kız yaşananların
farkında bile değildi. İki erkek birbirine ters ters bakıyordu.
“Önce
taylarımı görmek ister misin?” diye sorduğunda istediği fırsatı bulmuştu. “Çok
isterim.” diyerek hemen onun eli ile gösterdiği tarafa doğru yürümeye başladı. İkisi
uzaklaşırken görevli arkalarında kalmıştı. Küçük, basit ama değerli bir
galibiyetti.
Ece,
uzun boyu ile yanında yürüyen Toprak’ın sabahın köründe yola çıkıp satışlara
yetişmesinin şaşkınlığını üstünden atamamıştı. Kendi işi için o kadar erken
gelmiş olsa hipodromda ne işi vardı? Gerçekten satışları izlemek için gelmişti.
Bunu düşünmek biraz keyiflendirdi. Toprak, onun sessizliğinden istifade edip “Satışlardan
sonra ne yapacaksın? Yarışlar perşembeydi yanlış hatırlamıyorsam?” diye sordu. Tam
o sırada satış alanına gelmişler, alana girmek isteyenlerin oluşturduğu sıranın
sonuna yerleşmişlerdi.
Hiç
makyaj olmayan yüzünü kaldırıp Toprak’ın yüzüne bakıp yanıtladı. “Doğru
hatırlıyorsun. Satıştan sonra arkadaşım ile buluşacağım. Sonra da başka bir
arkadaş ile buluşacağım. Yarın da biraz gezerim sanırım.”
Toprak,
yine midesinde kasılmalar hissetmeye başlamıştı. İzmir de bir sevgilisi
olduğundan artık emindi. Bunları düşününce midesine oturan sıkıntıdan da
hoşlanmıyordu. Acaba şu telefon konuşmasını duyduğu adam mıydı? O bunları
düşünürken ona inat eder gibi Ece’nin telefonu çalmaya başladı. Toprak içinden
‘İti an…’ diye söyleniyordu. “Didem, selam canım.” Telefondakinin bir kadın
olduğunu anlaması ile rahatladı Toprak.
“Yok,
daha başlamadı. On dakikaya kadar başlayacak. Benim atların sırası belli oldu.
Ortalarda çıkacaklar. Satış sonrası da kısa bir işim olur. Yani en fazla bir
gibi biter işim. Tamam, nerede buluşalım?” O bunları söylerken Toprak iyice
rahatlamıştı. Buluşacağı arkadaşı erkek değildi. Elini kaldırıp Ece’nin
dikkatini çekmeye çalıştı. Onun yüzüne bakmasından sonra “Sizler için uygunsa
yemeğe götüreyim sizi.” Ece bu teklife hiç sıcak bakmıyordu. Oysa Didem sesi duymuş ve daveti yapanı soruyordu. “Kim
var yanında? Kim o bizi davet eden?”
“Toprak…
İzmir de yaşayan bir arkadaş. Satışları izlemeye gelmiş.” Didem telefonda
sesini biraz kısıp “Şu senin Toprak mı? Hemen kabul et. Sakın ha mazeret
uydurmaya kalkma. Onunla tanışmam lazım.”
Ece
ne diyeceğini şaşırmış vaziyette Toprak’ın yüzüne bakıyordu. Nasıl evet
diyeceğini bilemiyordu. Aslında evet demek de istemiyordu. Onun kıvranmasını
fırsat bilen Toprak kulağındaki telefona doğru eğilip Didem’in de duyacağı
şekilde “Size adresi veriyorum, lokantamda buluşuruz.” dedi ve lokantasının
adını söyledi. Ece onun yakınlığından etkilenip geri çekilmek istemiş ama
kaçamamıştı. O an tek olumlu hareket onun sözleri ile yanıt vermekten kurtulmuş
olmasıydı. Fakat vücudundaki soğuk terlemeyi engelleyememişti. Yeniden
çocukluğuna ve korkularına dönmüştü. Neler dediğini fark etmeden telefonu
kapatıp çantasına attı.
Toprak
ile bir yerde yemek yemeyi düşünmek bile midesine sancıların girmesine neden oluyordu.
Eli midesine gidince Toprak anlamak istercesine bir eline bir de yüzüne baktı.
“İyi misin?” Ece onun anlamasından korkarak elini çekti. “İyiyim, bir şey yok.
Hadi gidelim artık.” Hızlı adımlarla tayların olduğu yere doğru yürüdüler.
İki
tay da hazırlanmış, tüyleri parlatılmıştı. Kuyruğu ve yeleleri doğal hali ile
bırakılmıştı. Oldukça uzamış olmalarına rağmen böyle yapınca atlar daha da
heybetli gözüküyordu. Toprak, acemi biri gibi Ece’nin ona söylediklerini
yapıyordu. Ece gibi boyunlarını ve sırtını okşadı. Ece onun hareketlerini
izledi bir süre. “Hiç at bindin mi?” diye sordu. Atlara yakınlığını hissetmiş
olmalıydı. ‘Evet’ demek çok kolaydı. İlk
karşılaşmalarında söylediği küçük yalanı da unuttururdu belki. Ama son anda
vazgeçti. Aklındakiler buna izin vermedi. İstediklerini yapabilirse şimdiki
küçük yalan çok işine yarayacaktı. Sakin bir sesle sorusuna yanıt verdi. “Hayır.
Ama çok güzel bu hayvanlar. İnsan saatlerce onları izleyebilir.”
“Güzeller.
Birisinin dudaklarından hayvanlar için böyle hayranlık dolu kelimeler
döküldüğünde, aynı hayvan kelimesinin hakaret için de kullanılabiliyor olmasına
şaşıyorum.”
“İlginç
bir metafor. Ne yazık ki hayvan sevgisi noksan kişilerin diline yapışmıştır.”
Kısa bir an durup üzgün bir sesle devam etti. “Ama ben bile hayvanları sevdiğim
halde ara sıra kullanıyorum. Üzgünüm.” Ece onun yüzündeki gerçek üzüntüyü
görünce gülümsedi. “Sana bir sır vereyim mi? Ben de…”
“İnanmıyorum!”
“İnan,
ne yazık ki özellikle ufaklıkları azarlarken eşek, köpek falan uçuşuyor bazen.
Duman duymasın!”
“Bu
sırrını saklayacağım. Duman kim? Ya da ne mi desem?”
“Köpeğim.
Çocuklara köpek dediğimi anlarsa benim canıma okur.”
Toprak
keyifle gülüyordu. Köydeki soğuk kız gitmiş, kendisi ile şakalaşan Ece
gelmişti. Onunla karşılaştığı andan şu dakikaya kadar geçen sürede bir şeyler
olmuş ve ikisi arasındaki soğukluk yok olmuştu. Çocuklukları da böyle geçerdi.
Ta ki Ece kendisini etkilemeye başlayana kadar. Ne olmuştu da o günden sonra
uzaklaşmışlardı? Acaba kendisini uyaran ağabeyleri, Ece’yi de mi uyarmıştı?
Bunu soramazdı. En azından şimdilik! Ama soracağı başka soru vardı.
“Ben
at binmeyi öğrenmek istesem ders verir misin?”
“Haftada
iki gün köye gelirsen neden olmasın? Ama benim buraya geleceğimi sanıyorsan
yanılırsın.”
“Fırsat
bulduğumda yengemi ziyarete geleceğim. O zamanlar senin de vaktin olursa biraz
deneriz. Şimdilik bundan fazlası zor gözüküyor.”
“Olur,
bakarız. Ne yapacaksınız? Bağları kesin satacak mısınız?”
“Evet,
alacak mısınız?”
“Babam
almama taraftarı. Biliyorsun babana hâlâ küs.”
“O
eski hikâye değil mi? Sanki iki ailenin de o toprağa ihtiyacı var ya da o kadar
toprakla en büyük bağ sahibi olacaklar! Neden küs kaldıklarını bile
bilemiyorum.”
“İnat!”
“Ah
evet, şu babandan aldığın üstün meziyet.”
“Ne
demek şimdi bu?” Sesi sertleşmişti hemen. Toprak “Kız başına o kadar toprakla
uğraşman, at yetiştirmen ve iki şehir arasında mekik dokuman inatçı
kişiliğinden değil mi?” diye sorduğunda, Ece burnunu dikti “Hayır.”
“Hayır
mı? Emin misin? İstesen toprakları tüccara verir ve sadece atlar ile uğraşarak
çok daha az yorulursun. Atlarını İzmir’de yetiştirir ve Denizli ile burası
arasında yollarda helak olmazsın. İnadından yapıyorsun bunları.
Yetişemeyeceğini söyleyenlere inat! Yalan mı?”
“Bu
dediklerin yapılabilecek şeyler ama önemli olan benim ne istediğim. Ben
bağlarımızın başında olmaktan da yardımcılarımla at yetiştirmekten de mutluyum.
Ayrıca noksan kaldı. Bir de şarap işine giriyorum yeniden.”
“İnatçısın
işte.” Konuşarak ulaştıkları satış alanında kendilerine oturacak yer buldular.
Ece bir süre Toprak’ın söylediklerini düşündü. Dışarıdan böyle gözüktüğünü
biliyordu ama bunları inadından değil kesinlikle yapmaktan zevk aldığı için
yapıyordu. Sessizlik daha fazla uzamasın diye etraftaki tanıdığı at
yetiştiricileri hakkında kısa bilgiler vermeye başladı. Ara sıra da kendisini
tanıyıp yanına gelen kişilerle konuşup Toprak ile tanıştırıyordu. Genç yetiştiricilerin
ilgili bakışlarını yakalamak can sıkıcı olsa da Toprak, Ece’ye belli etmeden
onu sahipleniyormuş gibi durmaya çalışıyordu.
Satışların
beş dakikaya kadar başlayacağını anons eden sesten hemen sonra yanlarına gelen
altmış yaşlarında biri ile yine kısaca konuştu. Toprak ile de tanıştırdı ve
yerine oturacağı an duydukları ile olduğu yerde dondu kaldı. Kilolu adam
göbeğinin el verdiğince eğilip kulağına fısıldamaya başlamıştı. “Senin taylara
alıcı çıkmayacak Ece. İstersen şimdiden çek atlarını satıştan.”
“Neden
çıkmayacak? Anlamadım!”
“Bir
hafta kadar önce iki tayın zehirlenmiş. Bilirsin çok hızlı yayılır bu
dedikodular. İstersen şimdiden çek de teklif verilmemiş olmasın.”
“İnanmıyorum.
Bu nasıl olur?” Rengi atmıştı dinlerken. Böyle bir şeyi kesinlikle
beklemiyordu. Elleri titremeye başlayınca kolundaki çantayı sıkı sıkı tuttu.
“Bilmiyorum
ama tüm alıcılar bundan haberdar. Adının değerini düşürme güzel kızım. Üç ay
sonrakinde dene şansını.”
“Teşekkür
ederim. Düşüneyim ve karar vereyim.”
“Buralardaysan
seni evimizde yemeğe almaktan büyük onur duyarım. Eşim de seninle tanışmış
olur.”
“Bu
gelişimde tüm vaktim planlandı ama bir sonrakinde gelebilirim. Ben de eşinizle
tanışmak isterim.” Ece o an sadece istemsizce yanıt veriyordu. Aklı az önce duyduklarındaydı.
Atları çok iyi durumdaydı. Kısa süreli basit bir besin zehirlenmesi
yaşamışlardı ama bunu kime nasıl anlatacaktı? Söylenti yayıldıktan sonra aksine
kimseyi inandıramazdı. Daha da önemlisi kendi çiftliğinde olan bir olay buraya
kadar nasıl ulaşmıştı? Kim haber uçurmuştu? Canı zaten zehirlenme ile
sıkılmıştı ama çok önemsememişti. Tek çuvalda sorun vardı ve diğerleri temiz
çıkmıştı. Şirket rapor yollamış ve tayları zehirleyen yemlerdeki zehrin
dışarıdan bulaşmış olduğunu rapor ile de belirtmişlerdi. Ece de biliyordu o
firmada sorun olmayacağını. Yine de sinirini yenememiş ve çalışmayı bitirmişti.
Şimdi daha önemli bir sorun vardı. Bu haberin İzmir’e kadar ulaşması basit bir
olay değildi. Biri atların satılmasını engellemek istemişti. Kim neden isterdi
bunu? Ailesi ve yanında çalışanlardan başka bilen tek kişi Müfit amcaydı. Ne
ailesinden ne de çalışanlardan böyle bir şey beklemezdi. Müfit amcanın birileri
ile konuşmuş olması zaten aklından bile geçmemeliydi. Canı daha da sıkıldı.
Düşünemediği bir başka kişi mi konuşmuştu?
Toprak
o ana kadar sessizce beklemişti. Nihayet Ece yerine oturur oturmaz sordu, “Ne
dedi? Neden canın sıkıldı?” Ece derin bir nefes aldı. Toprak’ın kendisini bu
kadar iyi çözmesine şu an tepki bile veremiyordu. Aklı tamamen az önce
duyduklarındaydı. “Dediği… Benim çiftliğimde, benim adamlarımdan birinin hain
olduğu. İşte bunu dedi.” Ece, sinirini saklamaya uğraşıyor ama boynunda atan
damarı gizleyemiyordu. Toprak onun inadını, sevincini, üzüntüsünü daha önce defalarca
görmüştü ama ilk kez bu kadar sinirlendiğini görüyordu.
“Atlarıma
alıcı çıkmayacakmış! Çünkü onlar zehirlenmiş. Lanet olsun, çok iyiler. Kim
böyle bir haberi yayar? Hasta diye abartır?”
Toprak,
sinirini fark etmemiş olsa cümlesine kesinlikle gülecekti. Öyle bir tavırla
söylemişti ki sanki mafyanın iç savaşını yaşıyordu. Dudaklarına kadar ulaşan
gülümsemeyi zorla bastırarak “Haini bulursun ama şimdi ne yapacaksın?” dedi.
Neyse ki Ece hala çok sinirliydi ve Toprak’ın nerdeyse gülmek üzere olduğunu
fark edemiyordu. Derin bir nefes aldı, nihayet boynundaki damarın belirginliği
azalmıştı. Yine de elleri titremeye devam ediyordu. Toprak, o elleri tutmak
istese de vazgeçti.
“Nazım beyi dinleyeceğim. Atlarımı çekiyorum
satıştan.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder