“Senin
neden tadın yok oğul?” Yenge divana uzun oturmuş televizyon kumandası ile
kanalları karıştıran ve sık sık TJK TV ye dönen erkeğe bakıyordu. Yüzü asıktı.
“İyiyim
yenge. Yok bir şeyim.”
“Pek
sessizsin. Sabah geldiğinde neşen yerindeydi. Ne oldu? Yoruldun mu? Kızlarla da
ilgilenmedin hiç! Zeynep Allah için güzel kız.”
“Şu
her işi ben yapıyorum diye anlatan mı Zeynep’ti?”
“Evet,
pek marifetlidir. Annesi çok iyi yetiştirdi. Evin her işini çekip çevirir.”
“Güzel,
kolay koca bulur.”
“Kolayını
istemiyor belli ki. Zorun peşine düşmüş.” Toprak yengesinin imasının
farkındaydı. Kızı düşündü. Biraz fazla konuşuyordu ama gerçekten güzel bir
kızdı. Yengesi de marifetli olduğunu söylediğine göre yalan konuşmuyordu. İyi
birine eş olur inşallah diyerek yengesine döndü. Az önceki sözlerini kendine
dayanak yapıp “Evet, yoruldum biraz. Yarın da önemli işlerim var. Kafam onlara
takıldı. Erken yatayım bari.” Yalan söylüyordu. Üstelik ikisi de bunu
biliyordu. Yenge güldüğünü belli etmeden konuştu, “Önemli iş mi? Tay satışlarına
gitmeyecek misin? Ece bekler seni.”
“Bilmiyorum.
Zaten baksana erken gitti. Orada arkadaşı var herhalde. Gitmesem de önemli
değil.” Eğer yengenin bildiği bir şeyler varsa şimdi anlatırdı. Ama beklentisi
boşa çıktı. Yenge “Dedin kıza, gitmesen olmaz artık. Çay vereyim mi sana? Erken
daha. Yatılmaz bu saatte.” deyince iyice canı sıkıldı. “Ben doldururum yenge.”
Biraz hava almaya da ihtiyacı vardı. “Bir sigara içeyim, dönüşte ikimize de çay
koyarım.”
“İç
bakalım, sigara çare olacak mı bu suratsızlığına.”
“Surat
asmıyorum yenge, yorgunum.”
“Hadi
tamam inandım. Birilerinin İzmir’e gitmesi ile ilgisi yok yani?”
“Ne
ilgisi var yenge? Giderse gitsin.”
“Ah
işte bu oldu. Gördün mü bak gerçekten bunu dert etmişsin. Hadi iç sigaranı
burada da anlat, neler oluyor?”
“Ne
anlatayım yenge? Anlatacak bir şey yok ki.”
“Sen
kaç yaşındaydın Ece’ye abayı yaktığında? On yedi mi?”
“Sen
nerden… Yok öyle bir şey.”
“Şu
çayları doldur da konuşalım biraz oğlum.”
“Dışarıda
içeyim, bir de telefon açmam lazım. Sonra konuşuruz yenge”
Toprak,
yengesi ile konuşmaktan kaçamayacağını anlamıştı. Ne konuşacaktı? Çocuklukta
hissettiklerinin bugün aklını karıştırdığını mı? Öyle olsa ne olacaktı? Diyelim
ki Ece ile duygusal bir bağ yakaladı, biri Denizli’de, diğeri İzmir’de yaşarken
nasıl bir ilişki yaşayacaklardı? O yüzden çok da düşünülecek bir şey yoktu.
Yürümeyeceği baştan belliydi.
*****
Telefonun
ekranındaki ismi gördüğünde açmamak için kendini ikna etmeye çalıştı ama bu
daha da kötü olacaktı. En iyisi azarı beklemekti.
“Efendim
patron?”
“Hani
işi yapmıştın? Hani atların durumu kötüydü? Satışa gitti taylar! Sen ne
yapıyorsun orada?”
“Özür
dilerim. Sanırım atlar az yediği için hemen iyileşti.”
“Neyse
ben başka bir çözüm bulacağım artık. O atların satışını iptal etmem lazım.
Yarın İzmir’de olacağım. Senin beceriksizliğin yüzünden üstelik. Bunu
ödeteceğim sana.” Telefonu kapattığında hırsla sigarasını yere atıp üstüne
bastı.
*****
Didem,
meyve tabağı ile mutfaktan çıktığında Ece’yi camdan dışarı bakarken buldu. “Hayrola, şehir ışıklarını mı izliyorsun?”
“Biliyor
musun, şehirde yıldızlar parlamıyor.”
“O
nasıl oluyor?”
“O
kadar çok ışık var ki, yıldızların parlaklığını yok ediyor. Aynı gökyüzüne
bakıyoruz ama burada çok az yıldız gözüküyor.” Didem, tabağı sehpaya koyarken
“Hava bulutludur.” Diyerek bilimsel bir açıklama yapmaya çalıştı.
“Hayır
canım, bu yaz geldiğinde bir gece yıldızları izleriz. Anlarsın farkı.
Geleceksin değil mi bağbozumuna?”
“Aksilik
olmazsa geleceğim. Havuz varmış nasılsa.”
“Var
tabii. Artık eskisi gibi değil çoğu köy. Gelişiyor her yer. Bizim köye köy
demeye bin şahit lazım.”
“Gelir
ile orantılı elbette. Sen bağın başına geçmeseydin ne olacaktı? Satılacaktı ve
sen belki beğenmediğin şehirde yaşayacaktın.”
“Beğenmiyorum
demedim. Sadece yıldızlar az parlıyor dedim.”
“Bırak
yıldızları şimdi anlat bakalım İsmail’i.”
“Nesini
anlatacağım? Tüm olanları anlattım işte. Ağabeyimin sanki parmağı var gibi
geliyor dedim ya. Çocuk da efendi biri. Yakışıklı da! İki kez telefonla
konuştuk dört kere de mesajlaştık ama hiç birinde özel bir şey yok.”
“Bu
kadar mı yani? E o zaman tipini anlat.”
“Ne
yapacaksın tipini? Benden uzun olduğunu bil yeter.”
“Aman
ne sürpriz! Kızım nerdeyse herkes senden uzun.”
“Zaten
biliyordum benimle dalga geçtiğini. Ah ah bu boyum hep başıma dert.” yıllardır
aralarındaki şakaydı bu.
“Kızım
deli misin? Çok uzun olanların ayrı derdi var. Senin en büyük derdin topuklu
giymek olsun. Ayrıca abartma bir altmış beş boyun var. Seni duyan cüce sanır.”
“Ağabeylerim
bir seksen, Sibel bile şimdiden beni geçti. Bu durumda ben kısayım demektir.
Ben ne anlatıyorum ya bana topuklu giymekten bahsediyorsun.”
“Ay
yeter, sıkıldım boydan postan. Aldığın ayakkabıyı yarın giy de uzasın boyun.
Hadi ye meyvelerini.”
“Tamam,
sonra da uyuyalım. Ben bu saate kadar alışkın değilim ayakta kalmaya, uykum
geldi.”
“Tavuk
gibi diyeceğim ama saat on biri geçmiş bile. Ne zaman oldu bu saat? Seninle
konuşurken vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım.”
“Ben
de öyle. Yarın akşam da böyle geç yatarız değil mi? Ben sonra nasıl toparlarım
bu uykuyu?”
“Aman
iki günden ne olacak? Hem köyde de geç kalksan kim ne karışır? Patron sensin!”
“O
işler öyle yürümüyor canım. Komşumuz yeni vefat etti. Onun topraklarının
başında var sözde biri ama ben gidip de dürtmesem bir iş yapacağı yok. Mal
sahibi başlarında olmayınca en iyi işçi bile serebilir çalışmayı.” Gerçi
Cevat’ın son bir haftadır daha uysal olduğunu biliyordu ama bunun araziler
satılana kadar geçici bir tavır olduğunu düşünüyordu. Böylece belki yeni
sahipleri ile de çalışmayı planlıyordu.
“Haklısın
sende. E ne oldu o ölen adamın yeri? Mirasçıları mı var?”
“Evet,
ama onlar satarız diyor. Gerçi satılırsa benim işlerim hafifler. Bir yıldır
koşturuyorum iki tarafa yetişeceğim diye.”
“Ama
sesin satılırsa üzülürmüşsün gibi çıkıyor? Hiç bana anlatma, sen memnunsundur
yardım etmekten.”
“Memnundum.
Ne zaman ki Hasan amca öldü, bağlar satılacak dendi, işte o zaman benim de
biraz canım sıkıldı.”
“Sen
mi almak istiyordun?”
“Yok
istemiyorum. Yani alsam da iyi olurdu ama çok da gerekli değil. Aman neyse işte
duygusallık yapıyorum.”
Isırdığı
elmayı çiğnemeye çalışırken “Duygusallık mı yapıyorsun? Yoksa… Yoksa o
topraklar şu senin lokantacının ailesinin mi?” Ece gözlerini açarak baktı.“Nasıl
kurdun bu bağlantıyı?”
“Senin
duygusal olduğun bir bağlar, bir atlar bir de Toprak. Zor mu anlamak?” Didem
doğru tahmin ettiğini anlayıp üstüne gitmeye karar verdi. “Sana o kadar
anlattım, onunla bir şey olmaz. Adam artık benden fersah fersah uzakta. Hem bak
şu İsmail var şimdi.”
“Ben
de Didem’sem, o İsmail paravanın altın yaldızlısı diyorum. Hem zaten kuyumcu
değil mi? Al işte tam altın yaldızlı.” Didem küçük kahkahalarla gülüyordu.
Ece’nin iki kuyumcu ağabeyi olup da hiç altın takmaması kara mizah gibi
geliyordu ona. Kendi ağabeyleri bu işi yapsa her gün yeni bir modeli
takacağından emindi.
“Ay
yeter sana laf anlatamayacağım. Benim yarın sabah tay satışım var. Atlarım
inşallah iyidir. Biliyor musun öleceklerdi nerdeyse. Yem aldığım firmayı
değiştirdim. Aradım, şikâyet etmek için, neredeyse bir sopa yemediğim kaldı.
Onların malı bozuk olmazmış, ben ne yapmışım da bozmuşum. Bozuk yem yüzünden
iki, hatta üç tayımı kaybediyordum. Utanmadan bir de beni suçladılar.” Ece yine
o günkü sinirini yaşamaya başlamıştı. Yaptığı konuşma çok canını sıkmıştı ama
adamları suçlayacak delil yoktu elinde. Çuvala belki başka bir yerden bulaşmış
bir kimyasal atlarına ulaşmıştı. Diğer çuvallarını iade etmiş ve hemen yeni bir
firma ile çalışmaya başlamıştı.
“İnanmıyorum.
Allah korumuş.”
Ece
rahatlamıştı. Konu değişmişti nihayet. “Öyle vallahi. Veteriner de iyi yetişti.
İğnelerini o kadar hızlı yapmasaydık zordu işimiz. Yarın veterinerimiz Müfit
amcanın kızını da bulacağım. Babasından selam götüreyim.”
“İyi
ki şehre iniyorsun. Kırk işi bir araya getirmişsin. Kaçta gideceksin kıza?”
“Satışlar
onda başlıyor. En geç bir de biter. Öğle yemeğini yer sonra da ona giderim.
Akşamüstü işim bitmiş olur. Senin çok mu yarın işin?”
“Sabah
bir davam var. Tay satışını görmek isterdim ama sanırım öğle yemeğine yetişirim
sana. Birlikte gideriz istersen kıza da. Hem şu kızın adı ne? Kız kız dedim
durdum.”
“Gül
adı ve çok iyi olur. Tanışırsınız. Gerçi çok işin düşmez ona. Babasının kızı, veteriner
oldu çünkü.”
“Ne
işim düşecek? Benim evcil hayvan besleyecek halim mi var? Açlıktan ölür
zavallılar.”
“Aslında
bahçeli bir evin olsa sana Duman’ın yavrularından verirdim.”
“At
mı?”
“Oha
Didem, köpek. Bahçeli evin bile olsa at besleyemezsin. Kocaman alan lazım
onlara.”
“Hep
istiyordum biliyor musun? Ama hiç olmadı köpeğim. Belki bir gün olur ve Gül de
veterineri olur.”
“Ben
uyumazsam sana köpek falan vermem. Hadi yatağımı göster bana. Yoksa ayakta uyuyacağım.
Bu arada unutmadan Gül’den Duman için iyi bir dişi bulmasını isteyeyim. Artık
eşe ihtiyacı var.”
“Sen
zaten ya atları ya köpekleri çiftleştir. Sen çiftleşmeyi düşünme. Kuruyup
gideceksin… Açılmadan iade!”
Ece’nin
kahkahası gök gürültüsü gibiydi. Yatacağı odaya yürürken hala gülüyordu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder