19 Ekim 2015 Pazartesi

YAKIŞIKLI 15. Bölüm

“Senin neden tadın yok oğul?” Yenge divana uzun oturmuş televizyon kumandası ile kanalları karıştıran ve sık sık TJK TV ye dönen erkeğe bakıyordu. Yüzü asıktı.
“İyiyim yenge. Yok bir şeyim.”
“Pek sessizsin. Sabah geldiğinde neşen yerindeydi. Ne oldu? Yoruldun mu? Kızlarla da ilgilenmedin hiç! Zeynep Allah için güzel kız.”
“Şu her işi ben yapıyorum diye anlatan mı Zeynep’ti?”
“Evet, pek marifetlidir. Annesi çok iyi yetiştirdi. Evin her işini çekip çevirir.”
“Güzel, kolay koca bulur.”
“Kolayını istemiyor belli ki. Zorun peşine düşmüş.” Toprak yengesinin imasının farkındaydı. Kızı düşündü. Biraz fazla konuşuyordu ama gerçekten güzel bir kızdı. Yengesi de marifetli olduğunu söylediğine göre yalan konuşmuyordu. İyi birine eş olur inşallah diyerek yengesine döndü. Az önceki sözlerini kendine dayanak yapıp “Evet, yoruldum biraz. Yarın da önemli işlerim var. Kafam onlara takıldı. Erken yatayım bari.” Yalan söylüyordu. Üstelik ikisi de bunu biliyordu. Yenge güldüğünü belli etmeden konuştu, “Önemli iş mi? Tay satışlarına gitmeyecek misin? Ece bekler seni.” 

“Bilmiyorum. Zaten baksana erken gitti. Orada arkadaşı var herhalde. Gitmesem de önemli değil.” Eğer yengenin bildiği bir şeyler varsa şimdi anlatırdı. Ama beklentisi boşa çıktı. Yenge “Dedin kıza, gitmesen olmaz artık. Çay vereyim mi sana? Erken daha. Yatılmaz bu saatte.” deyince iyice canı sıkıldı. “Ben doldururum yenge.” Biraz hava almaya da ihtiyacı vardı. “Bir sigara içeyim, dönüşte ikimize de çay koyarım.”
“İç bakalım, sigara çare olacak mı bu suratsızlığına.”
“Surat asmıyorum yenge, yorgunum.”
“Hadi tamam inandım. Birilerinin İzmir’e gitmesi ile ilgisi yok yani?”
“Ne ilgisi var yenge? Giderse gitsin.”
“Ah işte bu oldu. Gördün mü bak gerçekten bunu dert etmişsin. Hadi iç sigaranı burada da anlat, neler oluyor?”
“Ne anlatayım yenge? Anlatacak bir şey yok ki.”
“Sen kaç yaşındaydın Ece’ye abayı yaktığında? On yedi mi?”
“Sen nerden… Yok öyle bir şey.”
“Şu çayları doldur da konuşalım biraz oğlum.”
“Dışarıda içeyim, bir de telefon açmam lazım. Sonra konuşuruz yenge”
Toprak, yengesi ile konuşmaktan kaçamayacağını anlamıştı. Ne konuşacaktı? Çocuklukta hissettiklerinin bugün aklını karıştırdığını mı? Öyle olsa ne olacaktı? Diyelim ki Ece ile duygusal bir bağ yakaladı, biri Denizli’de, diğeri İzmir’de yaşarken nasıl bir ilişki yaşayacaklardı? O yüzden çok da düşünülecek bir şey yoktu. Yürümeyeceği baştan belliydi.


*****


Telefonun ekranındaki ismi gördüğünde açmamak için kendini ikna etmeye çalıştı ama bu daha da kötü olacaktı. En iyisi azarı beklemekti.
“Efendim patron?”
“Hani işi yapmıştın? Hani atların durumu kötüydü? Satışa gitti taylar! Sen ne yapıyorsun orada?”
“Özür dilerim. Sanırım atlar az yediği için hemen iyileşti.”
“Neyse ben başka bir çözüm bulacağım artık. O atların satışını iptal etmem lazım. Yarın İzmir’de olacağım. Senin beceriksizliğin yüzünden üstelik. Bunu ödeteceğim sana.” Telefonu kapattığında hırsla sigarasını yere atıp üstüne bastı.


*****


Didem, meyve tabağı ile mutfaktan çıktığında Ece’yi camdan dışarı bakarken buldu.  “Hayrola, şehir ışıklarını mı izliyorsun?”
“Biliyor musun, şehirde yıldızlar parlamıyor.”
“O nasıl oluyor?”
“O kadar çok ışık var ki, yıldızların parlaklığını yok ediyor. Aynı gökyüzüne bakıyoruz ama burada çok az yıldız gözüküyor.” Didem, tabağı sehpaya koyarken “Hava bulutludur.” Diyerek bilimsel bir açıklama yapmaya çalıştı.
“Hayır canım, bu yaz geldiğinde bir gece yıldızları izleriz. Anlarsın farkı. Geleceksin değil mi bağbozumuna?”
“Aksilik olmazsa geleceğim. Havuz varmış nasılsa.”
“Var tabii. Artık eskisi gibi değil çoğu köy. Gelişiyor her yer. Bizim köye köy demeye bin şahit lazım.”
“Gelir ile orantılı elbette. Sen bağın başına geçmeseydin ne olacaktı? Satılacaktı ve sen belki beğenmediğin şehirde yaşayacaktın.”
“Beğenmiyorum demedim. Sadece yıldızlar az parlıyor dedim.”
“Bırak yıldızları şimdi anlat bakalım İsmail’i.”
“Nesini anlatacağım? Tüm olanları anlattım işte. Ağabeyimin sanki parmağı var gibi geliyor dedim ya. Çocuk da efendi biri. Yakışıklı da! İki kez telefonla konuştuk dört kere de mesajlaştık ama hiç birinde özel bir şey yok.”
“Bu kadar mı yani? E o zaman tipini anlat.”
“Ne yapacaksın tipini? Benden uzun olduğunu bil yeter.”
“Aman ne sürpriz! Kızım nerdeyse herkes senden uzun.”
“Zaten biliyordum benimle dalga geçtiğini. Ah ah bu boyum hep başıma dert.” yıllardır aralarındaki şakaydı bu.
“Kızım deli misin? Çok uzun olanların ayrı derdi var. Senin en büyük derdin topuklu giymek olsun. Ayrıca abartma bir altmış beş boyun var. Seni duyan cüce sanır.”
“Ağabeylerim bir seksen, Sibel bile şimdiden beni geçti. Bu durumda ben kısayım demektir. Ben ne anlatıyorum ya bana topuklu giymekten bahsediyorsun.”
“Ay yeter, sıkıldım boydan postan. Aldığın ayakkabıyı yarın giy de uzasın boyun. Hadi ye meyvelerini.”
“Tamam, sonra da uyuyalım. Ben bu saate kadar alışkın değilim ayakta kalmaya, uykum geldi.”
“Tavuk gibi diyeceğim ama saat on biri geçmiş bile. Ne zaman oldu bu saat? Seninle konuşurken vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım.”
“Ben de öyle. Yarın akşam da böyle geç yatarız değil mi? Ben sonra nasıl toparlarım bu uykuyu?”
“Aman iki günden ne olacak? Hem köyde de geç kalksan kim ne karışır? Patron sensin!”
“O işler öyle yürümüyor canım. Komşumuz yeni vefat etti. Onun topraklarının başında var sözde biri ama ben gidip de dürtmesem bir iş yapacağı yok. Mal sahibi başlarında olmayınca en iyi işçi bile serebilir çalışmayı.” Gerçi Cevat’ın son bir haftadır daha uysal olduğunu biliyordu ama bunun araziler satılana kadar geçici bir tavır olduğunu düşünüyordu. Böylece belki yeni sahipleri ile de çalışmayı planlıyordu. 
“Haklısın sende. E ne oldu o ölen adamın yeri? Mirasçıları mı var?”
“Evet, ama onlar satarız diyor. Gerçi satılırsa benim işlerim hafifler. Bir yıldır koşturuyorum iki tarafa yetişeceğim diye.”
“Ama sesin satılırsa üzülürmüşsün gibi çıkıyor? Hiç bana anlatma, sen memnunsundur yardım etmekten.”
“Memnundum. Ne zaman ki Hasan amca öldü, bağlar satılacak dendi, işte o zaman benim de biraz canım sıkıldı.”
“Sen mi almak istiyordun?”
“Yok istemiyorum. Yani alsam da iyi olurdu ama çok da gerekli değil. Aman neyse işte duygusallık yapıyorum.”
Isırdığı elmayı çiğnemeye çalışırken “Duygusallık mı yapıyorsun? Yoksa… Yoksa o topraklar şu senin lokantacının ailesinin mi?” Ece gözlerini açarak baktı.“Nasıl kurdun bu bağlantıyı?”
“Senin duygusal olduğun bir bağlar, bir atlar bir de Toprak. Zor mu anlamak?” Didem doğru tahmin ettiğini anlayıp üstüne gitmeye karar verdi. “Sana o kadar anlattım, onunla bir şey olmaz. Adam artık benden fersah fersah uzakta. Hem bak şu İsmail var şimdi.”
“Ben de Didem’sem, o İsmail paravanın altın yaldızlısı diyorum. Hem zaten kuyumcu değil mi? Al işte tam altın yaldızlı.” Didem küçük kahkahalarla gülüyordu. Ece’nin iki kuyumcu ağabeyi olup da hiç altın takmaması kara mizah gibi geliyordu ona. Kendi ağabeyleri bu işi yapsa her gün yeni bir modeli takacağından emindi. 
“Ay yeter sana laf anlatamayacağım. Benim yarın sabah tay satışım var. Atlarım inşallah iyidir. Biliyor musun öleceklerdi nerdeyse. Yem aldığım firmayı değiştirdim. Aradım, şikâyet etmek için, neredeyse bir sopa yemediğim kaldı. Onların malı bozuk olmazmış, ben ne yapmışım da bozmuşum. Bozuk yem yüzünden iki, hatta üç tayımı kaybediyordum. Utanmadan bir de beni suçladılar.” Ece yine o günkü sinirini yaşamaya başlamıştı. Yaptığı konuşma çok canını sıkmıştı ama adamları suçlayacak delil yoktu elinde. Çuvala belki başka bir yerden bulaşmış bir kimyasal atlarına ulaşmıştı. Diğer çuvallarını iade etmiş ve hemen yeni bir firma ile çalışmaya başlamıştı. 
“İnanmıyorum. Allah korumuş.”
Ece rahatlamıştı. Konu değişmişti nihayet. “Öyle vallahi. Veteriner de iyi yetişti. İğnelerini o kadar hızlı yapmasaydık zordu işimiz. Yarın veterinerimiz Müfit amcanın kızını da bulacağım. Babasından selam götüreyim.”
“İyi ki şehre iniyorsun. Kırk işi bir araya getirmişsin. Kaçta gideceksin kıza?”
“Satışlar onda başlıyor. En geç bir de biter. Öğle yemeğini yer sonra da ona giderim. Akşamüstü işim bitmiş olur. Senin çok mu yarın işin?”
“Sabah bir davam var. Tay satışını görmek isterdim ama sanırım öğle yemeğine yetişirim sana. Birlikte gideriz istersen kıza da. Hem şu kızın adı ne? Kız kız dedim durdum.”
“Gül adı ve çok iyi olur. Tanışırsınız. Gerçi çok işin düşmez ona. Babasının kızı, veteriner oldu çünkü.”
“Ne işim düşecek? Benim evcil hayvan besleyecek halim mi var? Açlıktan ölür zavallılar.”
“Aslında bahçeli bir evin olsa sana Duman’ın yavrularından verirdim.”
“At mı?”
“Oha Didem, köpek. Bahçeli evin bile olsa at besleyemezsin. Kocaman alan lazım onlara.”
“Hep istiyordum biliyor musun? Ama hiç olmadı köpeğim. Belki bir gün olur ve Gül de veterineri olur.”
“Ben uyumazsam sana köpek falan vermem. Hadi yatağımı göster bana. Yoksa ayakta uyuyacağım. Bu arada unutmadan Gül’den Duman için iyi bir dişi bulmasını isteyeyim. Artık eşe ihtiyacı var.”
“Sen zaten ya atları ya köpekleri çiftleştir. Sen çiftleşmeyi düşünme. Kuruyup gideceksin… Açılmadan iade!”
Ece’nin kahkahası gök gürültüsü gibiydi. Yatacağı odaya yürürken hala gülüyordu…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder