15 Ekim 2015 Perşembe

YAKIŞIKLI 11. Bölüm

Sigarasından derin bir nefes aldı. Sonra ancak yarısına gelmiş olduğu sigarayı sinirle yere atıp ezdi. Tadı kaçmıştı. Biraz sağa sola bakındı. Bağ köklerinin durumlarını anlamaya çalıştı. Gördüğü kadarıyla iyi durumdaydılar. On dakika kadar sonra işçilerin yanına dönüp neler yaptıklarını sordu. Yıllar önceki bilgilerini de anımsamaya uğraşıyordu.
İşçilerden biri anlatmaya başladı. “Ece hanım bugün toprağı bellemeyi bitirecekti. Şimdi o gittiğine göre bizlerden birinin yapması lazım. Traktörü alırız birazdan, Ece Hanımdan. O zaman da bağ çubuk dikimi gecikecek. Yarına kadar bitmesi gerekiyor.” Rüzgârdan sesini zor duyuyordu. Herkesin başı sarılmıştı. Kulaklarını örten şapkalar ya da atkılarla rüzgârın etkisini azaltıyorlardı. Toprak da montunun yakasını iyice kaldırmış boğazını ve kulaklarını kapatmaya çalışmıştı.


İşte bu rüzgâr ve kulaklarının kapalı olması yüzünden iyi duyamadığı için işçilerin söylediklerini yanlış anladığını sandı. Neden Ece toprağı belleyecekti ki? Yanlış anlamıştı herhalde. Kendi traktörleri de vardı, işçileri de. Gerçi etrafta eskisi kadar çok işçi yoktu ama birileri mutlaka traktör kullanabilirdi. Zaten köyde herkes önce traktör kullanmayı öğrenmiyor muydu? “Neden Ece yapıyor bu işi? Bizim traktörle yapın biriniz.”
“Küçük traktör bozuk beyim. Amcanız hastalanmadan az bi zaman önce bozulmuştu ama Ece Hanım yardım ettiği için tamire götürmediler.”

“Büyük traktörle yapın o zaman.” İşçiler bu cümleden sonra gülüp başlarını çevirince hata yaptığını anladı. “O çok büyük değil mi? Bağları yerle bir eder, haklısınız.” Artık eskisi kadar çok şey bilmiyordu. Bunu anlayınca biraz canı sıkılsa da üstünde durmadı. Bağlar onun işi değildi zaten. Her detayı anımsaması gerekmiyordu!
“Öyle beyim. Başka komşuların da var küçük traktörleri ama herkes bugün bağlarındadır. Yine de bildiklerimize sorarız.”

“Bugün bulamazsak yarın yaparız biz de.”

“Geç olur, beyim. Bugün son kalan az bir yeri bitirecektik. Keşke gitmeseydi.”

Toprak, bir günden ne çıkacağını anlamadan ısrarını sürdürdü. “Bir gün gecikmenin ne zararı var? Yarın buluruz küçük traktör, çözeriz.”

“Bak ağam, yukarı bak. Ne görüyorsun? Bulut di mi? He işte o yüzden bugün işlerin büyük kısmı bitmeliydi. Yarın yağacak mübarek ve her yer çamur olacak. Kuruyup da bellenmesi için bir hafta on gün geçmesi gerekecek. Çünkü en az üç gün yağmur yağar.”

Toprak ancak anlayabilmişti işçilerin neden acele ettiğini. Geç kalacak bağ ekimi ürünün de geç alınması demekti. O zaman da şaraplık üzümlerin tatları bozulacak belki rengi istedikleri gibi olmayacaktı. Eskiden daha çok şey bilirdi işler hakkında ama uzun süre ara verince çoğu şeyi unutmuştu. En çok yaz aylarında burada olduğu için kışın yapılan işleri zaten pek bilmiyordu. Babası da kendisinden farklı değildi. Yıllardır bağlarda çalışmamıştı. Toprak ne yapacağını düşünmeye başladı. Yeni bir traktör almak mı, eskiyi tamir ettirmek mi? Yeni traktörün alınıp gelinmesi de akşamı belki de yarını bulacaktı. Tamir zaten bir günde bitecek iş olsaydı yaptırılırdı şimdiye kadar. Anlık bir kızgınlıkla bu yılın ürününü tehlikeye atmış olabilirdi. Yağmurun yağmamasını istemek mümkün olamayacağına göre o zaman traktör bulması şarttı. Az önce komşulara soracağını söyleyen işçiye dönüp traktör aramasını rica etti.

On dakika sonra kimsenin o gün yardıma gelemeyeceğini öğrenmişti. Tek seçenek Ece ve traktörüydü.  Onu yeniden çağırmak istemiyordu. O küçük kız kendisine açıklama yapmadan çekip gitmişti. Zaten her zaman inatçıydı. Hiç açıklama beklemezdi. Bir karar verir ve aksinin olabileceğini bile düşünmezdi. Utangaç kızın inatçılıklarını çok iyi anımsıyordu. En iyisi olayı büyütmemek ve bir nevi özür dilemekti.

Toprak, Ece’yi düşünmek istemese de genç kız dönüp dolaşıp aklına bir şekilde yer ediyordu. İlk gençlik yıllarında âşıktı ona… Aradan geçen o kadar yıla rağmen, o çocukluk aşkının altından çok sular akmış olmasına rağmen yine de onu gördüğü zaman o yaşlara geri döndüğünü hissediyordu. Babalarının küslüğü yüzünden köye geldiği ilk yıllarda konuşmamışlar, sonraki yıllarda Toprak dayanamayarak konuşmaya başlamıştı. Zaten yazdan yaza görüyordu. O süre içinde uzaktan bakmak yetmemeye başlamıştı. Yazın amcasının yanına gelmesinin ardında yatan asıl nedendi Ece. Sırf onu görmek için geliyor, ona yakın olmak için bağlarda çalışıyor, işi kapıp Ece ile konuşacak konular yaratıyordu. O zamanlar konuşmak şimdiki kadar zor gelmiyordu.

Toprak Ece ile nasıl konuşacağını düşünürken aklı yine geçmişe takıldı. İki abisi de kardeşlerine olan ilgisinin farkına varıp gözünü korkutmaya çalışana kadar duygularını gizlediğini sanıyordu. Üniversiteyi kazandığı yaz son kez gelmişti. İki önemli olayın yaşandığı son yazdı o. Onu öpmüş ve onun kırıldığını görmüştü…

Ece’yi o yıldan sonra iki kez İzmir’de görmüştü. Onun kendisini görmediğini biliyordu.  İlk gördüğünde o kadar şaşırmıştı ki gerçekten Ece olduğunu anlayamadan, genç kız otobüse binip gitmişti. Aslında o an bir taksiye atlayıp takip edebilirdi ama ne diyecekti? İkinci kez gördüğünde yanında bir sürü yaşıtı genç kız ve erkek vardı. Ece’nin iki yanındaki erkekler ilgisini çekmek için şaklabanlık yapıyordu. Ece de ikisine birden gülücükler dağıtıyordu. O zaman hissettiği kıskançlık şu an bile midesine sancı yapabiliyordu. Yine de anlayamadığı bir şey vardı. O kalın şapkanın altındakinin Ece olduğuna nasıl karar vermişti? Ya başkası ise? Yine kendi düşüncesini kendi yalanladı. O olduğundan emindi. Kafasındaki soru işaretlerinin yeri ve zamanı değildi. Şimdi inatçı cadıyı bulması ve traktörünü ödünç istemesi gerekiyordu.

Bağın çıkışına doğru yürüdü. Yol üstünden arabasını alıp, yavaş hareketlerle geri geri çıktı. Yine bir kez altını vurmuştu. Tam çıkışa geldiğinde, üç sıra ötede büyük bir karaltı gördü. Arabasını park edip indi. Hızlı adımlarla karaltıya yürüdü. Sanki ikna etmek için onu arayan kendisi değilmiş gibi hızlı hızlı konuşmaya başladı. “Sen burada ne yapıyorsun?” Sesini duyurmak için bağırıyordu.

Ece, traktörü diğer sıraya sokuyordu. Onun geldiğini görmüştü zaten. İstifini bozmadan yanıtladı. “Ne yapıyormuş gibi gözüküyorum?” Toprak, sakinleşip sesini de yumuşattı. Hatta özür diler gibi bir tonlamayı da ihmal etmedi. “Az önce evine gittiğini sanmıştım. Ben de seni bulmaya geliyordum.”

Ece bu konuşmanın altındaki özrü fark edecek durumda değildi. Biraz önceki kızgınlığı geçmemişti. Kaşlarını çatarak ve sesini hırçınlaştırarak, “Burada, şehirlilerin lafları ile hareket etmiyoruz, Toprak ağabey. Bu tarlanın sürülmesi bugün bitmeli. Ve benden başka kimse bugün bu işi yapamaz. Zaten son iki sıram kaldı. Şimdi çekil de işimi bitireyim.”

“Hala inatçısın. Şehirli olmadığımı biliyorsun. Ben de bu köyde doğdum.”

“Doğdun ama büyümedin. Yıllardır da yoksun. Yani sen artık şehirlisin. O yüzden, senin lafın burada hükümsüz. Hadi çekil de bitsin bu iş.” Toprak, onun söylediklerine yanıt veremeden traktör hareket etti. Yeni sıraya başlamadan Ece başını çevirip “Araban bile şehir için, biraz daha zorlarsan ne motor kalacak ne ön takım. Burada yedek parça bulamazsın. İstersen yürüyerek ulaşmayı dene sağa sola.” diye bağırdı.

Toprak, onun küçük traktörün üstündeki narin bedenine baktı. Sözleri doğruydu. Hem ‘artık şehirli’ olduğu hem de ‘arabasını kaybetmek’ üzere olduğu. Bir başka doğru daha vardı. O da lafının Ece’ye geçmeyeceği…


*****


Yeniden işçilerin yanına kadar yürümeyi göze alamayınca arabasına binip evin yolunu tuttu. İşçiler zaten kısa sürede Ece’yi traktör tepesinde görecekti. Üstünde adlandıramadığı bir sinir vardı. Ece ile yaşadığı sahne bunu tetiklemişti. Aslında bir yandan onun söz dinlememiş olmasından mutluluk duyduğunu da itiraf ediyordu. Bu hâlâ eski Ece olduğunun kanıtı gibiydi. Diğer yandan da kendilerine ait topraklardaki işlerden bihaber olmasının sıkıntısı vardı. 

Mutfakta çalışan Serap’ın yanından selam verip geçti. Yeğeninin kendisine kollarını uzattığını bile fark etmemişti. Yengesi odasında Kur-an okuyordu. Onun kitabı kapatmasını beklerken yanında sessizce oturdu. Siniri hala yatışmamıştı. Aslında yatışmasına kendi izin vermemişti.

“Oğlum, hayır olsun? Nefes nefese kalmışsın.”

“Yenge, bizim toprakları neden Ece sürüyor? Amcam, ona yer mi sattı?”

“Yavaş yeğen, bir soluk al. Bir yeri satmadık. Babanla konuştulardı bir vakitler. Ne karar verdiler bilmiyorum ama daha satılan yer yok. Ece, amcan hastalandığından beri bizim işçilerin de başında duruyor. Zamanında işin bitmesini sağlıyor. İşçiler de çalışıyor işte.” Yengesini dinlerken az önce işçilerinde uzun süredir Ece’nin o işlerin başında olduğunu söylediğini hatırladı. O an ne demek istediklerini çok da anlamadığını fark etti. Nedense bugün bazı şeyleri kavramakta güçlük çekiyordu. 

“Neden bize söylemediniz?”

“A be oğul, ne yapacaktın? İşini kapatıp buraya mı gelecektin? Baban bile kalkıp gelmezken sen ne yapacaktın? Hem zaten Ece kızım kimseyi aratmıyor. O her işe yetiyor.” Bu sözlerde biraz kinaye vardı. Haklıydı da. İşin ağırını onlar yapıyordu. Yine de Ece’nin bu işlerin başında olmasını sevmemişti. Babasının küslüğü kendisini ilgilendirmiyordu, fakat bu işler de böyle yürümemeliydi. Amcası belki normal karşılıyordu ama babasının normal karşılayacağını sanmıyordu. “Karşılığında ne veriyoruz? Ürün mü, para mı?”

“Sus bakayım, o ne biçim lakırdı öyle? Ece para falan istemez. O bizi sevdiği için yardım ediyor.” Hayatında ilk kez, yengesinin yüzündeki ifadenin korkutucu olduğunu düşündü. Gerçekten kızmıştı. O yüzden ne demek istediğini açıkladı. “Yenge, tamam burası köy yeri, şehirdeki gibi değil işler ama o kızın da emeği var. Karşılıksız olur mu?”

“Olur, burada olur. Desem ki, bozumu da sen yap, girer üzümü de toplar. Hiç gocunmaz ki. Hem zaten çoğunu da o yapıyor. Yeni makine aldı. Çoğu bağı o topluyor. Bizimkini de toplar bu sene. Ben derim ona.”

Toprak, ters bir yanıt verecekti tuttu kendisini. Yengesinin çok normal karşıladığı işleri onun yapmasını sindiremiyordu. Bir şeyler bulmak istese de çabalamaktan vazgeçti. Yengesinin haklı olduğunu biliyordu. Demek Ece ailesine uzun zamandır yardım ediyordu! İyi ama neden? Başka kimse yok muydu koca köyde yardım edecek? Amcasının komşuları ile uzak akrabaları ile sorun yaşadığını sanmıyordu. Halası ile eniştesi neden yardım etmemişti? Aklı karışmış vaziyette oturmaya devam etti. 

Yengesinin kızgınlığını geçirmek için konuşacakken kapının çalınması ile sustu. Üç genç kız girdi içeri. Yengesine başsağlığı dilemek için gelen kızlar, bakışlarını Toprak’a çevirmişlerdi.

“Gelin, güzel kızlarım.” Üç kız da Toprak’a bakıp gülümseyerek yengeye yaklaştılar. “Yengem, başın sağ olsun.”

“Sizler sağ olun. Allah sizlerin acısını göstermesin bizlere.”

Toprak, bir yandan yengesinin elini öpen, bir yandan da utangaç bakışlarla kendisine bakan bu küçük kızların kim olduğunu bilmiyordu. Yengesi tanıştırdı. Üçü de köyün aşağısındaki evlerde oturuyorlardı. Zeynep, Hümeyra ve Kübra! Ellerinde getirdikleri tepsilerde yemekler olduğu belliydi. Zeynep, “Börek yaptım yenge. Peynirli börek sever misiniz?” diye sorduğunda Toprak soruya şaşırmıştı. Cenaze evine gelenin sevilip sevilmemesi önemli miydi? Başını kaldırıp konuşan kıza baktığında onun kendisine baktığını gördü. Soru kendisine sorulmuştu. Ayıp olmasın diye konuştu “Severim. Elinize sağlık.”

Zeynep, diğer kızların elindeki tencereleri gösterip, “Fatma teyzem yaprak sarmış, Asiye teyzem de tandır yollamış.” Yenge hepsine teşekkür etti. Zeynep, diğer kızlar gibi değildi. Daha konuşkan ve daha rahat hareket eden biriydi. Sık sık da soruları ile Toprak’ın konuşmasını sağlıyordu. Kızlar biraz daha oturdular. Üzüntülerini belirttikten sonra yine uğrayacaklarını söyleyerek kalktılar. Yenge, “Toprak, oğlum sen geçiriver kızları.” dedi. Toprak yengesini kırmamak için kapıya kadar kızların ardından gitti. Bu kez kapıda konuşan Hümeyra oldu.

“Sevdiğiniz bir şey varsa söyleyin, yapıp getiririm. Yengeme zahmet olmasın.”

“Teşekkürler zahmet etmeyin. Annem ve ablam burada nasılsa onlar yapar.” Bu sözün üstüne kızların söyleyeceği kalmayınca kalın hırkalarına sarınıp evin bahçesinde hızlı hızlı yürümeye başladılar. Bir yandan da konuşuyor, başlarını çevirip arkaya bakıyor ve gülüyorlardı. Toprak sinirlendiğini hissetti. Neyin ne zaman olacağını bilemeyen yeni yetmelere söylenip geri döndü. Yengenin yanına gittiğinde onlardan hiç bahsetmeden sözü yine bağlara getirdi.  

“İşçilerin başında adam yok mu, yenge? O ne işe yarıyor?” Yengesi sabır çeker gibi yapıp yanıtladı. “Cevat var.” Sonra da sinirle devam etti. “O biraz başına buyruk. Ece kızımı üzüyor bazen.”

Az önce sanki kendisi de Ece’ye kızmamış gibi kalfaya sinirlendiğini hissetti. O kızabilirdi ama bir başkasının böyle bir hakkı yoktu. “Nasıl üzüyor?” Ece ile ne derdi vardı ki, kalfanın?

“Nasıl olacak, sözünü dinlemiyor. Ece biraz uğraşsa da sonunda istediğini yaptırıyor. İnadı kimseye benzemiyor o kızın.”

“Biliyorum. Çok inatçı. Gerçi adam da onu ufak tefek diye dinlemiyordur.”

“İri yarı da olsa dinlemez. Erkek değil diye dikleniyor. Kızımı üzüyor.” Toprak, Ece’nin üzüldüğünü duydukça Cevat’a öfkelendiğini fark ediyordu. Ne hakla üzüyordu onu? Yengesi anlamasın diye konuşmayı başka yöne çevirdi. “Yenge seni duyan da Ece gerçekten kızın sanacak. Ağzından kızımdan başka kelime çıkmıyor.”

“Ece’m çok vefalı Toprak. Amcanın hastalandığını duyduğundan beri kimseye tek laf etmeden işlere girişti. Kimseye meydan bırakmadı. Geçen sene üzümleri o yolladı. Babanla da konuşan oydu. Demedi mi sana?” Toprak duyduğu her cümle ile bir merakını yatıştırırken, bir başka merak konusu yakalıyordu. “Babam mı? Yoo bir şey söylemedi. Babam biliyor muydu Ece’nin buralarla ilgilendiğini?”

“Bilmez mi? Biliyordu elbet.”

Toprak ne düşüneceğini şaşırmıştı. Babası, Ece’nin babası ile konuşmuyor kızı ile iş yapıyor, kendi topraklarının ürünleri için telefonla iş bitiriyordu. İyi de neden kendisinin hiç haberi olmamıştı?

Düşünceli şekilde yengesinin yanından ayrılıp babasını aramaya başladı. Eski evin etrafındaki otlar tamamen kurumuş, iki üç ağaçtan başka yeşillik kalmamıştı. Yaza doğru her yerin yemyeşil olacağını biliyordu. O zamana kadar çok şeyin değişeceğini, belki bir daha hiç buralara ayak basmayacağını düşünüyordu. Evin arka tarafına doğru yürümeye devam ederken babasını gördü. Kümesten çıkan adamın kucağında altı tane yumurta vardı.

“Baba, biraz konuşalım mı?”

“Konuşmak için randevu mu istiyorsun? İş mi görüşeceğiz?”

“Öyle sayılır. Bağlar ile ilgili konuşacaktım.” Babası kızgın bir ifade ile baktı. Daha akşam konuşulmuştu. “Satarız dedik ya. Vaz mı geçtin? Sen mi ekeceksin?”

“Hayır, vazgeçmedim ama kafam karışmadı değil. Bir seneden fazla zamandır Ece Kılıç bizim bağların başındaymış. Üstelik sen bunu biliyormuşsun. Neden bana söylemedin?”

“Evet, Ece kızımız ilgilendi. Ve evet, ben sana bunu söylemedim. Ne yapacaktın? İşçiler iyi çalışıyor mu diye sen mi gelip bakacaktın? Hem Ece çok da bir şey yapmadı ki. Ara sıra yengeme uğramış, bir de benim için şarapların teslimatını yaptı. Bu kadar işi sana haber vermem gerektiğini nereden çıkarttın?” Babasının da çok fazla bilgisi yoktu. Bunu anlayınca az önceki siniri yatışmıştı.

“Baba, Ece senin söylediğin kadar bir iş yapmamış. Bir seneden fazla zaman, bizim bağların tüm işlerini denetlemiş. Bağbozumunun başında durmuş ve bunlar yetmemiş bugün de bağların arasında traktörü ile krizma yapıyordu.”

“Ece bağı mı sürüyordu? Neden?”

“Ben de bunu merak ediyorum baba, neden?”

“Ben ne bileyim? O kadar adam var, biri traktörü kullanmayı bilmiyor mu?”

“Ah o da ayrı bir sorun. Bizim küçük traktörümüz bozukmuş. O yüzden Ece Hanımın traktörü ile sürülüyor bağlar.”

“Burada işler ne hale gelmiş? Ben de bu kadarını bilmiyordum. Ev ve çevresindeki on dönüm arazi kalsın, kalanını hemen satışa çıkartalım. Bu kadar araziyi tek bir kişiye satmak zor. İlan verelim de parsel parsel satalım, işler hızlansın.”

Babasının dedikleri midesine ağrı girmesine sebep olmuştu. Dün akşamki konuşma bile şu anki kadar etkilememişti. Babası ciddi olarak satalım dediği an atalarından kalma yerlerden ayrılacak olmanın hüznü çökmüştü. Sonra kendisini rahatlattı. İlk arabasını satarken de böyle olmuş ama sonra yenisini aldığında eskiyi unutmuştu. “Acele karar vermeyelim baba. Yengemin bakımı için ne gerekiyorsa yaparız. O konuda sorun yok. Ama bu işler böyle ayak üstü olmaz. Satmayalım der belki. Ya da paylaşalım size kalanı satın der.” Babası oğlunun ne demek istediğini tam anlayamamıştı. Dün akşam satış için onay veren Toprak, şimdi mazeretler bulmaya çalışıyordu. Oğlu dâhil kimsenin bilmediği bir gerçeği anlatmaya başladı. “Toprak, biz buraları zaten paylaştık. Amcan, hastalığı ağırlaşınca beni aradı. Ben öldükten sonra uğraşma, dedi. Yaz başında yaptırdı paylaşımı. Yengemle de konuşmuş, çocukları yok diye toprağının büyük bölümünü benim üstüme geçirdi. Karısının bakımını karşılayacak kadar ürün verecek bağı yengemin üstüne geçirdi. Bu evin olduğu yer benim üstüme yapıldı. Yengem istediği sürece burada yaşayacak. Derse ki daha küçük ev istiyorum, o zaman istediği gibi bir yer buluruz.”

Toprak her duyduğu ile biraz daha bozulduğunu anlıyordu. Bu kadar uzak mı kalmıştı ailesinden? “Benim ne çok şeyden haberim yokmuş.”

“Lokantanla ve kızlarla fazla vakit geçirdiğin için olmasın? Ne zaman gelsen yarım saat oturup çıkıyorsun. Yüzüne hasret kalıyoruz. O kadar sürede sana bağları mı anlatacaktım?”

“Bana laf sokma fırsatını yine kaçırmadın baba. Ama yine de tüm bunları ailece konuşmamız lazım. Ben öğleden sonra Denizli’ye ineceğim. Akşam herkes bir araya gelsin yeniden konuşalım derim. Ona göre ne yapacağımıza karar verelim. Şarap işi ne olacak? Ablamlar ne istiyor onları da arar sorarız.”

“Onlarla konuşurum ben. Sen ne yapacaksın Denizli’de?”

“Biraz gezeceğim. Geçen gün indiğimde dolaşamadım. Devlet dairelerinde işim çok uzun sürdü.”

“İyi git bakalım.”


Toprak, yanında yürüyen babası ile konuşmadan eve kadar geldi. Kafası daha da karışmıştı… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder