14 Ekim 2015 Çarşamba

YAKIŞIKLI 10. Bölüm


Gün boyu köyde cenazenin etkisi hüküm sürdü. Gökyüzü de gri bulutları ile onlara eşlik ediyordu. Ece, gök gürültülerini duyuyordu. Yağmur yoktu henüz. Hatta tahminince bunlar yağmursuz orajdı*. Yağmurların çok yakın olduğunu tahmin ediyordu. Hızlı adımlarla Karayel’lerin bağlarına doğru yürüdü. Gün yeni ışısa da en azından bir iki kişinin gelmiş olacağını düşünüyordu. Gördüğü ilk işçiye, Hasan amcayı kaybettiklerini, cenazenin öğlen namazından sonra kalkacağını söyledi. İşçinin gözlerinde gördüğü üzüntü gerçekti.
“Yağmur yaklaştı. Öğleden sonra yağacaktır. Cenaze öğlen kalkacak. O saate kadar çalışalım da Hasan amcamızı da üzmeyelim. Öldüm hemen bağlarımı mahvettiniz demesin. Biraz hızlanın. Ben yine uğrayacağım.”
“Tamam, Ece hanım. Sizin de başınız sağ olsun.”
“Sağ olun.”
Sonra kendi işçilerinin yanına gitti ve köylüsü olanlara aynı bilgiyi aktardı. Her yere yürüyerek gittiği için hem yorulmuş hem de vakit kaybetmişti. Evden arabayı alıp çıkmadığına pişman olmuştu ama yürümek de üzüntüsünü biraz dağıtmasına yaramıştı. Hâlâ uzaklardan gök gürültüsü geliyordu.  
Eve gittiğinde şaşırdı. Annesi ve Ayşe abla kazanlarla yemek pişiriyordu. Şaşırdığı elbette yemek pişirmeleri değil, bu kadar kısa sürede üç kazan yemeğin hazırlanmış olmasıydı.

“Merhaba anne. Kolaylamışsınız!”
“Sen çıkar çıkmaz başladık. Selayı duyup kalktım bende. Hepimizin başı sağ olsun.”
“Amin. Köylü gelmeye başlamış bile. Ben biraz çalışayım. Yağmur geliyor. Hava çok soğuk ve bulutlu. Bir saate biter değil mi? Gelir ben taşırım yemekleri. Akşama duasına çağırdı Emine Teyze?”
“Biter, ben de gelirim seninle. Akşamı ayrı gündüzü ayrı! Babana da söyleyeceğim. Kalktığımda uyuyordu, duymamış selayı. Çok üzülecek biliyorum ama söylemesem de anlar zaten.” Ece’nin kızarmış burnunu görüp aynı kıyafetlerle tekrar çıkacağını anlayınca “Sıkı giyin. Üşümüşsün” dedi.

Yağışsız Oraj* Gök gürültüsü var ama yağış yok



 *****


Öğlen namazından sonra tüm köy mezarlığa gitti. Defin işlemi bittiğinde Ece’nin de dua saatine kadar işi bitmişti. Annesini ve Ayşe Ablayı orada bırakıp işçileri traktörün arkasına doldurup mezarlıktan ayrıldı. İki abisi de cenazeye gelmişti. Annesi onlarla eve dönecekti. Babaları evde Sibel ile kalmıştı.
Bakışları, yengesinin yanında duran Toprak’a takıldı. Yüzünde acının izleri görülüyordu. Yengesine verdiği destek kendi acısını yaşamasına engel gibiydi. Oysa hemen yanında duran babası, eşine yaslanmış, üstü örtülen mezara bakıyorlar ve gözyaşlarını saklamadan ağlıyordu. Belki de acılara en iyi tahammül birkaç damla gözyaşıydı.
Başını çevirip arkada kalan mezarlığa baktı. Hasan amcaya uzaktan bir kez daha veda edip, gözyaşlarına aldırmadan bağın yolunu tuttu.



*****


Lokantasındaki müdürlere ulaşıp iki üç gün daha kalacağının haberini verdikten sonra yengesinin yanına gitti. Önceki günün kalabalığı kalmamıştı artık. Cenazeye gelemeyen, gelse de yanlarında olmayı görev bilen herkes uğruyordu. Halası evine dönmüş, akşamları duaya geleceğini söylemişti. Kendisi de İzmir’e dönmeyi düşünmüştü. Sonra bu düşünceden vazgeçti. Önce veraset işlerinin hallolması için bir iki devlet dairesini ziyaret edecek, babasının bu işlerle uğraşmamasını sağlayacaktı. Onun üzüntüsü kendine yetiyordu zaten. Cumaya kadar kalacaktı.
“Yenge, veraset işlemlerini halletmem lazım. Ben hem muhtarla konuşacağım, hem de şehre ineceğim. Bir şey lazım mı?” Mutfak adım atılmayacak kadar yemek doluydu. Yine de yengenin canı bir şeyler ister mi diye sordu ama alacağı yanıtı da biliyordu. “Yok, oğul” Yaşlı kadın, kendisinin yapamayacağı işleri Toprak’ın yapmasından memnundu. Genç erkek, yanağını öpüp yerinden kalktı. Gözünün yaşı ara sıra dinse de hep kirpiğinin ucu ıslaktı yengesinin.
İşleri halledip biran önce İzmir’e, kendi hayatına dönmek istiyordu.


 *****


Toprak, eve dönerken bir sürü işi halletmenin rahatlığındaydı. Sırada bağları gezmek, işçilere bakmak vardı.
Arabasını bağların olduğu tarafa çevirdi. Kısa sürede arabanın altını iki kez vurmuştu. Böyle yolların arabası değildi. Üçüncü kez vurduğunda ağzından çıkan küfrü engelleyemedi. En sonunda arabayı kenara çekip yürüyerek işçilerin yanına gitmeye karar verdi. Yan koltuktan montunu alıp giydi. Hava oldukça serindi. Bulutlar iki gündür tepelerinde dolaşıyordu. Cenazeden sonra kısa bir yağış olmuş, yengesi yağmurla beraber daha da çok ağlamıştı. “Yağmurları çok severdi. Allahın şanslı kuluyuz ne zaman lazım olsa o zaman yağar mübarek, derdi.” Yengesi zaten ağlamak için bahaneye ihtiyaç duymuyor, her an kaybettiği eşi için gözyaşı döküyordu.  
İşçilerin sesi geliyordu. Normalde bu kadar çok sesin gelmesi çalışılmadığının ifadesiydi. Ne de olsa amca ölmüştü. Onların başındakini denetleyecek kimse yoksa işçilerin az çalışıp çok dinlenmesi normaldi. İşin Türkçesi kaytarıyor olduklarından emin yürüdü yanlarına. İşçileri gördüğünde pek de haklı olmadığını anladı. Bir yandan konuşuyor, bir yandan da bağ çubuklarını ekiyorlardı. Sadece bir kadın traktöre yaslanmış onlarla konuşuyordu. Kadınların bağbozumunda geldiğini biliyordu ama yeni bağlar ekilirken ya da budanırken genelde erkekler çalışıyordu. Bu kadının ne işi vardı burada? Rüzgârdan sesini de tam duyamıyordu. Kim olduğunu merak edip yürüyüşünü hızlandırdı. Sesine otoriter bir ton yükleyerek selamladı işçileri.
“Kolay gelsin.”
“Sağ olun beyim, buyurun. Kime bakmıştınız?”
“Toprak Karayel ben, Hasan beyin yeğeniyim. İşler nasıl gidiyor diye bakayım dedim.” O ana kadar sesini çıkartmamış olan Ece traktörün arkasından çıktı. Aynı otoriter sesi tonu ile yanıtladı. “Gayet iyi gidiyor merak etme sen.”
Toprak, o konuşan kadının Ece olduğunu anlayınca şaşırmıştı. Orada ne işi vardı? “Sizin bağlarda iş yok galiba! Yardıma mı geldin?” Alaycılık mı yerleşmişti sesine? Ece omzunu silkip “Kontrole geldim.” dedi.
“Kontrole mi?” Amcası ölmüş olabilirdi ama bu topraklar hâlâ onlarındı. Ne yapacaklarına karar verene kadar da bu böyle olacaktı. Bu kız kendini ne sanıyordu? Sinirlerinin tepesine çıktığını fark edip elini cebine attı. Bir sigara yaktı.
“Bağlarda sigara içilmez.”
“Anlamadım?”
“Buralarda işçiler dahil kimse sigara içmiyor. O yüzden söndür lütfen.”
“Açık havada sigara yasağı yok. İçerim.” Hem bu bağlar babasının ve amcasınındı. Yani kendi toprağıydı, ne yapacağını Ece söyleyemezdi. Sinirle yaktı sigarasını. Üstelik ilk nefesi derin çekip tüm dumanı Ece’ye doğru üflemişti. Genç kız eli ile dağıttığı dumandan sonra “Bağ sınırının dışına git de üzümleri etkileme o zaman.” dedi. İçinden de ekledi. ‘Sen de babam gibi hastalanma diye söylüyorum’
Bunca yıl sonra hâlâ onun için bir şeyler hissettiğini sanmasını istemiyordu. On yıldır görmemişti. On yıl öncesinde kalan şeylerin sanki dünmüş gibi düşünülmesini istemezdi. Hele bunları düşünecek kişi Toprak ise! Bunca yıl köye dahi uğramamış birinin şimdi gelip ‘burası benim’ demesi komik kaçıyordu. Tapu üstündeki sahiplik başkaydı, orada çalışmak başka. Her bir salkımda o işçilerin ve amca ile yengenin alın teri vardı. Bir yıldır da kendi terini eklemişti Ece o topraklara. Toprak’tan bile daha çok hak sahibiydi bu durumda.
Ece’nin düşüncelerinden habersiz olan Toprak, daha da sinirlendiğini hissetti. Yanına yaklaşıp tepesinden bakarak dişlerinin arasından sadece onun duyacağı sesle tısladı. “Bana bak ufaklık, burası benim toprağım. Denetleyecek olan da, neyin yasak, neyin serbest olduğunun kararını verecek olan da benim. Amcam ölmüş olabilir ama burası hala bizlerin. Senin uğraşacağın kendi bağların yok mu? İşçilerin çalışmasını engellemekten başka işin vardır eminim. Dikkatlerini dağıtmayı bırak da yağmur yağmadan işlerini yapabilsin adamlar.”  
Ece, onun tıslamasından korkmadan yüzüne baktı. Dilinin ucuna gelen her kelimeyi yuttu ve sadece “Kolay gelsin” diyerek traktöre atladı. Toprak bu kadar kolay pes etmesini beklemiyordu. Ece’nin inadını anımsıyordu. Küçücük olayları bile büyütüp kendi istediğini yaptırana kadar uğraşırdı eskiden. Oysa şimdi söylenenleri kabullenmiş gibi traktörüne atlamıştı. Nedense bu hareketine üzüldüğünü, kendisi ile inatlaşmasını beklediğini kabullenmek zor gelmişti. Ama gerçek buydu. Cenaze gününden beri ona olan kızgınlığı artıyordu. Ağabey demiş, sonraki gelişlerinde görmezlikten gelmiş, bugün de sanki tüm huyu suyu değişmiş gibi söz dinlemişti. Bu onun tanıdığı Ece değildi. Onun tanıdığı Ece on yıl öncesinde kalmıştı!
İşçiler neler konuşulduğunu duymasa da ikisi arasında yaşanan gerginliği hissetmişti. Ece, onlara da kolay gelsin, diyerek motoru çalıştırdı ve bağların sınırına kadar traktörü sürdü gitti.
Toprak, arkasından bir süre baktı. Kızgınlığı geçmemişti. Düşündükçe siniri artıyordu. Daha bir gün önce gömülmüştü amcası. Oysa bugün toprağına göz dikilmişti bile. Akşam konuşurlarken babası satmayı düşündüğünü söylediğinde kimse karşı çıkmamıştı. Ailesine ait küçük bir alan bırakmak ve kalanını satmaktı babasının amacı. Belki o topraklar satılacaktı ama kime “asla” satmayacaklarını biliyordu. Babasını uyarmaya gerek yoktu. Yılların küslüğü zaten bu satışı engellerdi. Hem gelip burada erkeklerle çene çalacağına işine bakmalıydı. Görmüyor muydu adamların çalışırken bile gözleri ile kendisini süzdüklerini? Yıllar öncesinin duyguları birazcık kıskanmasına mı neden olmuştu? Belki öyleydi ama bunu kabullenecek değildi. On yıl önceydi o. Artık ikisinin hayatı da çok farklıydı. İkisinin istekleri ve hedefleri çok çok farklıydı. Bunu aklından çıkartmaması gerekiyordu.

Çocukluk aşkları yeni hedefleri engelleyecek davranışlara neden olamazdı. 

3 yorum: