Nil,
kızların yerlerdeki kesilmiş saçları toparlamasını beklerken bu iki aklı havada
kızın, ne zaman kendi söylemeden bu işleri akıl edeceklerini düşünüyordu. Konu
erkekler oldu mu ikisi de cin kesiliyordu ama sıra işe geldi mi o cinlik yerini
saflığa bırakıyordu. Aydan da Emine’ye benzemeye mi başlamıştı?
Sabahın
ilk müşterisi saçlarını kestirmek için gelen bir küçük kızdı. İnat etmiş,
annesini ikna edip kuaförün kapısını çalmıştı. Beline kadar uzamış saçları
artık omuzlarının biraz altında bitiyordu. Bu boy saç da yakışmıştı. Yaşı henüz
altı olmasına rağmen kendisine neyin yakıştığını bilecek kadar havalıydı.
Nil,
kendisinin ve ablasının o yaşlarını düşündü...
Üstündekiler
yine rengârenkti. O gün sıcak hava yüzünden, üstüne tek omuzlu mor bir bluz, altına
da patlıcan moru mini etek giymişti. Bugüne özel koyu kahverengi saçlarını
atkuyruğu yapmıştı. Saçlarını sever ve genelde açık bırakırdı. Ama çok
sıcaktı...
Kuaförün
kapısının açıldığını belli eden kapı üstündeki zil çalınca, başını o tarafa
çevirdi. Saat on müşterisi ya da mahallelinin tabiri ile “dedikoducu” Necla
ablasını gördü. Kadın her zamanki gibi elinde bir tabakla girmişti içeri.
Herkese tek tek günaydın diyerek yanaklarından öpmüş, elindeki tabağı Emine'ye
vermişti.
Necla
abla, yaşına göre giyinir ama hep şık olurdu. Dedikoduculuğu da bildiklerini
paylaşmaktan öteye geçmezdi ama kadının adı çıkmıştı. O da bunu bilir ve bunu
ispatlamak için özellikle tüm bildiklerini paylaşırdı. Sadece arada en
olmayacak şeyleri en olmaz kişilere de söylediği için kızardı mahalleli ona.
Nil, Necla ablayı gerçekten sevdiğini düşündü. Aslında içi dışı bir biriydi.
“Kızlar,
çok güzel havuçlu kek yaptım. Hadi çayı koyun gelin.” dediğinde, başka
kuaförlerde görülemeyecek bir sahne yaşanmıştı. Emine, tabağı almış, tüm
müşterilere açık olan masanın üstüne koymuştu. Demleme çaydan başka çayın
tüketilmediği dükkânda bardaklar da aynı masada hazırdı. Her şeyin üstü tozdan
ve uçuşan saçlardan korunması için örtülüydü. Herkesin mutfağa kadar gitmesini
istemedikleri için bu masa hazır beklerdi.
Necla
abla, manikür yaptıracağını söyleyince, Ayşegül kestiği saçtan başını kaldırdı.
Emine'ye seslendi. “Necla ablanın manikürünü sen yap bugün.” sonra Necla ablaya
dönüp, “Kan kırmızı oje aldım. Sırf senin için! Onu sürsün mü sonra?” diye
sordu. Sanki Necla en özel müşteriymiş gibi davranmak hem Ayşegül'ü mutlu
ediyordu, hem de Necla Hanımı...
Ayşegül,
saç konusunda tam bir uzmandı. Özellikle boya ve topuz konusunda çok
başarılıydı. Bir başka başarılı olduğu konu ise dizi filmlerdi. Hangi dizide ne
olmuş, hangi dizinin setinde olay var, bir sonraki bölümde neler olacak, her
şeyi bilirdi. Otuz beş yaşına geldiği halde henüz evlenmemişti. Bunda biraz da
çılgın saç renklerinin etkisi vardı. Yeşil, mavi, mor gibi renkler Ayşegül için
siyah, kahverengi, kızıl kadar doğal renklerdendi...
Nil
ise, dükkânın sahibi olmasına rağmen sadece saç sarabilir, fön çekebilirdi. O
işleri de annesinin sağlığında öğrenmişti. İki yıldır bilgilerinin üstüne yeni
bir şeyler koymaya çalışmamıştı. Fakat artık o da yeni şeyler öğrenmek
istiyordu. Ayşegül ve Bertuğ ona da öğretecekti.
Nil,
yandaki eczanenin de aslında kendisine ihtiyaç duymadan işleri yürüttüğünü
biliyordu. İki dükkanın da sahibiydi. Kuaförde diploma gerektiği için Ayşegül’e
küçük bir pay vermiş, onunla işleri yürütmeye devam etme kararı almıştı.
Eczanesini de kalfası Mert ve çırağı Yağmur çok rahat idare edebiliyordu.
Dedesinin
İstanbul'a ilk geldiğinde elindeki para ile aldığı, üç katlı, iki taraftan
çıkılan altışar basamaklı mermer merdivenli, yoldan bakıldığında kapının olduğu
yerin gözükmediği, eski evin en alt katını, Nil okulu bitirip dükkân açmak
isteyince ikiye bölmüşler, bir tarafı eczane, bir tarafı kuaför yapmışlardı.
Annesi,
kuaför dükkânının küçülmesinin kendisi için de iyi olacağını söylemiş, kızını
böylece ikna etmişti. Nil, eczaneye kendi adını verince annesi de kuaför
dükkânına büyük kızının adını vermişti. Üç kadın evin üstteki iki katında
yaşamaya devam etmişti.
Nil'in
mezuniyetinden iki yıl sonra annesi ile ablası Yosun, bir trafik kazasında
ölünce, önce kuaförü kapatmayı düşünmüş, sonra tüm mahallelinin baskısı ile iki
dükkânı da işletmeye karar vermiş, böylece annesinin işini, ablasının adını
yaşatmıştı.
Mahallenin
tek eczanesi ve tek kuaförü olduğu için iki dükkânda çok faaldi aslında. Ama
kuaförün amacı biraz değişmişti!
Nil,
mahallenin kadınlarının bir nevi çay bahçesi gibi kullandığı dükkânın kendini
çevirmesinden, kazancının hem masrafları karşılamasından, hem de kendisine para
kazandırmasından memnundu. Yaz geldiğinde arka bahçeyi de açıyordu. Evin arka
bahçesinde çok güzel bir asma vardı. Her yaz üzüm veren asmanın altında üç tane
masa vardı. Eline kekini böreğini alan geliyor, hem muhabbet ediyor hem de
misafir ağırlama derdinden kurtuluyordu. Tüm kadınlar ve onları konu komşuda
aramak zorunda olmayan kocalar memnundu.
O
bunları düşünürken kapının zili yeniden çaldı. Bu kez Hüsniye geldi. O gün
kurulan mahalle pazarından kiraz ile erik alıp getirmişti.
“Hoş
geldin. Ne zahmet ettin diyemeyeceğim. Kirazları hemen yıkıyorum.” Elindeki
poşetin içine özlemle bakıyordu.
“Yahu
koy dolaba soğusun sonra yersin.”
“Kim
bekleyecek soğumasını? Ben üstlerine buz atarım. Onlar soğutur.” Asla sabır
gösteremeyeceği tek meyveydi kiraz. Kısa mevsiminde bulduğu her fırsatta
yiyordu. Necla abla lafa karıştı,
“Vallahi annenden betersin. O da kiraza dayanamazdı. Bana bir
erkek, bir kilo kiraz versin onun ayaklarını bile yıkarım, derdi.”
“Annem o lafı para kazanmak için diyordu. Pedikür yapacaktı
heriflere ama biliyorsun karşısına hep kibarlar çıktı. O da ayağını yıkayacak
adam bulamayınca istediği kadar para kazanamadı. Eh parasız da evlenmezdi
bilirsin. O yüzden de evlenemedi.”
Hepsi
bu muhabbetin yalan olduğunu biliyordu. Annesi iki kız ile dul kaldığı için
asla evlenmeyi düşünmemişti. Kızlarının geleceğini karartacak bir üvey baba
ihtimali aklını alıyordu Nehir Hanımın.
Yosun
kendisinden iki yaş büyüktü. O anne mesleğini seçmişti. Liseyi bitirdikten
sonra dükkânda çalışmaya başlamıştı. Özellikle boya ve permada çok iyiydi.
Annesi hep, boynuz kulağı geçti, derdi.
Bir
pazar günü teyzesine ziyarete giderken, bindikleri minibüs buzlu yolda kaza
yapmış, sadece ikisi ölmüştü. Nil o gün eczanede sayım yapmak zorunda olduğu
için evde kalmıştı. Hayatını malların sayımına borçluydu!
Düşüncelerinden sıyrılıp, kirazları yıkayıp tabağa koyduktan sonra
buzluktan üstlerine birkaç kalıp buz attı. Sıcak meyve yenmeyecek kadar
boğucuydu hava.
Evin arkasındaki bahçeye geçtiler. Bahçede, meyve ağaçlarının
altında, duvara dayanmış eski tip iki divandan daha gölgede kalana oturdular.
Masaların etrafındaki tahta sandalyeler o on hiç de rahat gözükmüyordu. Zaten
bahçede tek yaptığı değişiklik o masa ve sandalyeler ile kendisi için aldığı
yuvarlak koltuktu. O koltuğu tek başınayken çıkartıyordu. Evin içini yenilese
de dışına dokunmuyordu, Nil. Ne
dedesinin ektiği asmaya, ne annesinin yetiştirdiği güllere, ne de kendi
çiçeklerine kıyamıyordu.
Altı taş, üst katları dıştan ahşap kaplama evin her yıl bir
yerlerine tadilat gerekiyordu. En sonunda iki sene önce annesinin yaptırdığı
hayat sigortasından kalan parayı evi toparlamak için kullanmış, uzun bir süre
kuaförde yatıp kalkmıştı. Artık üst katlar her şeye dayanacak kadar sağlamdı.
Gerçi ustalar, evi müteahhide verse köşeyi döneceğini söylüyordu ama tüm
anılarının içinde olduğu bu evi asla yıktırtmazdı. O da, tarihi eser niteliği
olmayan evi önce içten, biraz odaların küçülmesini göze alarak betonarme
yaptırmıştı. Elbette dışını yıkmadan böyle bir işe kalkışmak çok zor ve çok
masraflı olmuştu. Ama zaten ilk katın betonarme olması, temelin sağlamlığı
ustaların işini kolaylaştırmıştı.
O günlerde yaşadığı sıkıntılara şimdi gülüyordu. Her sabah korkunç
bir toz kaplıyordu dükkânı. Zaten birkaç hafta kapatmak zorunda bile kalmıştı.
Eczanenin mutfak bağlantısını dışarıdan köpükler ile kapamışlar, o tarafın
temiz kalmasını sağlamışlardı ama kuaför kısmı ne yazık ki kullanılamamıştı.
Şimdi evinin içini de dışını da çok seviyor, gözü gibi bakıyordu. Sevgi dolu
gözlerle bir süre süzdü evin dışını. Bir sonraki yıl boya yaptırması
gerekecekti. İçini çekerek bakışlarını meyve tabağına çevirdi.
Hüsniye ile kirazları yerken havadan sudan konuştular.
Hüsniye, iki sene önce evlenmişti. Kocası uzun yol şoförüydü. Sık sık yurt dışına gidiyor, on-on beş günde
bir evine uğruyordu. Hüsniye de bundan memnun, kocasının gelmesi yaklaştıkça,
'ay dişimi sıkarım iki üç gün idare ederim' diyor herkesi güldürüyordu. Aslında
severek evlenmişti ve evinden uzak olmasından şikâyetçiydi. Ama kocası başka iş
bilmediği için o da işin şamatasındaydı. Eve geldikçe hasret gideriyor sonra
yine özlem zamanı geliyordu. Nil'e de
söylemişti. Zamanla her şeye alışılıyordu. Artık vedalaşmalar eskisi kadar çok
canını yakmıyordu.
“Yarın
mı geliyor seninki?”
“Evet.”
“Ne
kadar kalacak?”
“Dört
gün kalacakmış.”
“İyiymiş.”
“İyi
de, yine kötü zaman. Bu kez hamile kalırım diyordum ama zaman uymuyor.”
“Olsun,
bir sonrakine denk gelecektir.”
“İnşallah,
iki senedir bir sürü denk geldi ama olmadı bir türlü. Diyemiyorum da doktora
gidelim diye.”
“Hüsniye,
eğer sorun olduğunu düşünüyorsan git tabii ama sanki acele etmiyor musun? Zaten
kaç kez denk geldi ki senin zamanınla onun evde olması?”
“Ne
bileyim? Bu sefer zaten mümkün değil. Ama bir sonraki dediğin gibi tam zamanı
olacak.”
“Hadi
gel sana güzel bir saç yapalım. Adamın gözü gönlü açılsın.”
“Saçtan
önce ağda yaptırsam iyi olur.”
“A
tabii gel. Ayşegül'ün elindeki iş bitmek üzeredir. Sana ağdayı yapsın.”
“Bana
bak, Necla abla içeride. O gittikten sonra mı yaptırsam? Tüm mahalleye der şimdi
o. 'Kocası geliyor diye ağda yaptırdı' lafını sütçüden, tüpçüden duyarız.”
“Abartma.
O kadar yaymaz en fazla marketin çırağı bilir! Sen biraz daha otur. Ben önce
onu yollarım sonra senin işleri hallederiz.”
Nil
içeriye girdiğinde Emine manikürü bitirmek üzereydi. Hüsniye çok beklemeyecekti
böylece.
Hoşgeldin Nil :))))
YanıtlaSil