Pazar
sabahı saat yedi olmadan uyandı. Tekrar uyuyamayacağını anlayınca kalkıp çayı
koydu. Hava nefes alınmayacak kadar sıcaktı. Üstünde penye bir elbise vardı.
Askılı elbisenin etekleri dizinin oldukça üstünde son buluyordu. Sıcaktan
neredeyse elbiseyi bile atacaktı. Onu sakinleştirip rahatlatacak tek yer olan
asmanın altındaki masaya yerleşti.
Çayın
suyunun kaynadığını belli eden sesi duyunca mutfağa girip çayı demledi
kahvaltılıkları alıp yine serin olan çardağa geçti. Çay demlenene kadar
komşular için yetiştirdiği çiçeklere baktı. Çoğu tutmuştu. Tutmayanların da
köklerini attı. Onlara yeni çiçekler ekip onları yetiştirecekti. Elinden
yetişmiş çiçekleri dağıtmak çok hoşuna gidiyordu. Yaz için çoğu çiçeğin
tohumunu bir önceki yazdan saklıyordu. Sonra da hangi ayda hangisinin tohumunun
ekilmesi gerekiyorsa ona göre yetiştirmeye çalışıyordu. Tohumların
çimlenmesini izlemek en büyük zevkiydi. Sonra fideleri seyreltir, sonra da
asıl saksılara aktarırdı. İki dükkânın işi zor olmasa üçüncüyü de açar çiçek
satardı. Ama şimdilik böyle idare ediyordu.
Saat
sekiz olmadan kahvaltısını bitirmişti. Dükkânlardan biri açılacaktı nasılsa.
Onu da öğlene kadar açmasa da olurdu. Anlayamıyordu insanların o saatlere kadar
uyumasını. Eline kitap alıp asmanın altındaki yuvarlak yumuşacık minderli alçak
sandalyesine gömüldü. Bir saat kadar sonra kitabını bıraktı. Gözleri
yorulmuştu. Kendine yeniden çay koydu. Biraz kaslarını açtı. Sonra kaldığı
yerden devam etmek için kitabı eline aldı. Bir yandan çayını yudumladı bir
yandan da elindeki kitabın sonunu getirdi. Sürpriz sonlu macera kitaplarını
seviyordu. Kitabı kitaplığına bıraktı, mutfak kısmına geçti. Ayşegül'ün
sözlerini anımsadı. Kendine bir kahve yaptı. Acaba baksa ne görecekti?
On
dakika sonra kahve fincanını açmış anlamaya çalışarak şekillere bakıyordu. Bir
şey yoktu işte. Kendisine bakamıyordu. O kadar dalmıştı ki yanına gelen
Emine'nin sesi ile sıçradı.
“Nil
abla, güzel şeyler var mı?”
“Ay
Emine ödümü patlattın.”
“AA
kapının üstündeki zil bile çınladı. Duymadın mı? O kadar daldıysan mutlaka
güzel şeyler vardır!”
“Yok,
canım, güzel değil hiçbir şey yok. Kendime bakamıyorum.”
“Ben
bakayım mı sana?”
“Sen
biliyor musun?”
“Senin
gibi değil, ama diyorum iki üç bir şeyler”
“Ah
ah sizin bu Türkçe'niz beni öldürecek. Ne demek 'iki üç bir şeyler?' Bir şeyler
görüyorum ya da iki üç kelime söyleyecek kadar görüyorum, desene”
“İşte
o dediğinden.” Emine gülüyordu.
“İyi
bakalım öğleden sonra içeriz birer tane daha. O zaman sen bana bakarsın. Tamam
mı?”
“Tamam.”
“Bugün
Aydan yok. Sen hemen başla toz almaya.”
“Dün
sordum söylemedi neden bugün izin yaptığını. Sen biliyor musun Nil abla?”
“Bilmiyorum.
İzin istedi ben de iş yok diye verdim. Yarın öğreniriz.”
Emine,
yüzü asık uzaklaştı. Aydan’ın ne işi olabilirdi ki pazar günü? Acaba bir erkek
arkadaşı mı vardı? Kendisine neden söylememişti?
Aynı
gün öğleden sonra kahveleri yapıp Nil ablasına seslendi. Kendisine de
pişirmişti. Karşılıklı oturup içtiler. Sonra kapanan fincanların soğuması
beklendi. Ardından da Emine fincanı açıp gördüklerini yorumlamaya çalıştı. Hep
söylenen yollar, kalabalıklar kuşlar balıklardan sonra “Nil abla, biri seni çok
sinirlendirecek. Tartışacaksın sanırım. Beyaz saçlı biri bu.” demişti. Nil kim
olabileceğini uzun uzun düşünse de eczaneye gelen ve istediği ilacı alamayan
yaşlı hastalardan başkası aklına gelmedi...
Sonra
da kendisine güldü... Falı bu kadar kafaya takacak değildi ya...
*****
Pazartesi
günü nöbetin devamı olunca daha da yorucu bir gün olmuştu. Eve girdiğinde yeni
alınan eşyalarına şöyle bir baktı. Gerçekten evin havası değişmişti.
Alırken
ne yapacağını anlamadığı ama şimdi orta sehpa olarak duran eski kapı ise çok
güzel bir işçiliğe sahipti. Tüm yerler çeşit çeşit el işi kilimler ile
kaplanmıştı. Eski kilimlerin bir kısmında delikler sökükler bile vardı. Ama o
görüntü bu evde fakirliği değil kullanılmışlığı çağrıştırır olmuştu. Bu havayı
sevdiğini hissetti. Handan gerçekten güzel iş çıkartmıştı ama çok yorulmuştu.
Pazar sabahı kahvaltıyı birlikte yapmışlar Hakan evden çıktıktan sonra Handan
evi kendince yeniden düzenlemişti.
Mutfağa
girdiğinde buzdolabının üstünde bir not gördü. Kardeşi dün yemek pişirmiş onun
için buzluğa atmıştı. Ama şimdi onları bile ısıtacak hali yoktu. Zaten yemiş de
gelmişti. Aynı gün üç cinayet haberi gelmiş oradan oraya koşturmuşlardı. Zaten
noksan kadro böylece daha da eksilmiş işler dağ gibi yığılmıştı.
Evin
camlarını açıp havalandırdı. Kendine bir kadeh şarap koydu. Bu da son
zamanlarda edindiği bir alışkanlıktı. Kendine gelmek için tek kadeh yetiyordu.
Televizyonu açıp karşısındaki koltuğa uzandı. Elindeki işlerin çoğunu
sonuçlandırmıştı ama travestilerin ikisinin de katili ile ilgili en ufak bir
delil bulunamamıştı.
Yapılan
otopsilerde öldürücü aletin ne olduğu net anlaşılamamış ama yakın bir mesafeden
dondurma külahı gibi şekli olan bir delici aletin kalbe saplandığı
anlaşılmıştı. Aletten kesinlikle iz kalmıyordu. Tek olan kalbin üstündeki
delikti. Çoğu kişi kalbin gerçek yerini bile bilmez akciğerlerini kalp olarak
gösterirken bu kişinin kalbi tek seferde tutturması tıp eğitimi almış olma
ihtimallerini kuvvetlendiriyordu. Önce bu düşüncelere ardından da derin bir
uykuya dalmıştı...
Acı
acı çalan ev ve cep telefonunun sesi ile zor açtı gözlerini. Saat sabahın
altısıydı ve o hala koltuktaydı. Orada üstündekilerle uyumuş, boynu ve sırtı
açık camdan gelen rüzgâr yüzünden tutulmuştu. Zorlukla doğrulup telefonuna
baktı. Akın'ın adını görünce hemen açtı.
“Ne
oldu yine sabah sabah?”
“Amirim,
günaydın. Üçüncüsünü bulmuşlar bu sabah.” Ne Akın açıkladı ne de Hakan sordu.
“Adresi
ver.” dediğinde ev telefonunun sustuğunu fark etti. “Evi de siz mi
arıyordunuz?”
“Evet
amirim. Sizi uyandıramadık.”
“Telefonları
uzakta bırakmışım. O yüzden duymadım. Yarım saate kadar oradayım.” Telefonu
kapattı duşa gitti. Boynuna ve sırtına biraz sıcak su tuttu. Sonra giyindi ve
arabasına binip olay yerine doğru yola çıktı. Sabahın çok erken saati olması
sayesinde kısa sürede karşıya geçmiş, olay yerine ulaşmıştı.
Artık
bu işin zıvanadan çıktığını biliyordu. İlk ikisinde basın bir iki gün yazmış
sonra susmuştu. Ama üçüncüden sonra işlerin çok değişeceğini biliyordu. Katili
yakalayana kadar her gün haber yapacaklarını hepsi tahmin ediyordu.
*****
“Akın,
kim bulmuş cesedi?”
“Kapıcı
bulmuş amirim.” Akın o gelene kadar cesedin yerinden kaldırılmamasını
sağlamıştı. Hakan'ın olay yerini incelemesinden sonra ceset kaldırılmış, etraf
biraz daha sakinleşmişti. Olay yeri incelemedekiler her şeyi poşetlere
dolduruyordu. Oysa Hakan yine ipucu olmadığını biliyordu.
“Normalde
kaçta gelirmiş eve?”
“Sabaha
karşı dört - dört buçuk arası gelirmiş.”
“Yani
en az iki saat geçmiş öldürülmesinin üstünden!”
“Öyle
amirim.”
“Yine
yüzük parmağını kesmiş. Ya evliliği bitmiş ya da evlenmeye takmış birinin mi
peşindeyiz acaba?” Hakan, gözle görülür deliller üzerinden fikir yürütmeye
çalışıyordu.
“Sanırım
evliliği bitmiş biri. İntikam alıyor gibi. Acaba katil erkek mi kadın mı? Bunu
bile tahmin edemiyoruz. Erkek ise karısı kendisini bir travesti için terk
etmez. Kadın ise kocasını travestiye kaptırmış olabilir!” Akın da beyin
jimnastiğine uymuştu.
“Katilimiz
bir erkek bence. İkinci maktul bir erkekle birlikte olmaya hazırlanmış gibiydi.
Ayrıca bir kadını o saatte evine alır mıydı?”
“Hiçbir
fikrim yok ne yazık ki.” İşte burada cinsel tercihler devreye giriyordu ve
kimin nasıl bir tercihi olduğu artık bilinemiyordu.
“Tamam,
sen diğer tanıkları dinle, ben kapıcı ile görüşeyim.” Hakan da doğru tahminler
yürüttüğünden emin değildi. O yüzden Akın'ı zorlamadı.
Hakan,
kapıcıyı bir kenara çekmiş sorularını soruyordu. Adamın korkusu gözlerinden
okunuyordu. Ölenin travesti olduğunu
biliyorlardı. Ama hiç kimse ile kavgası gürültüsü olmayan bazen erkekler ile
gelen ama onların bile sesini yükseltmelerine neden olacak davranışlar
sergilemeyen biri olduğunu anlatıyordu. Apartmanda oturanların farklı
tercihleri olan kişiler olduğunu söylerken yüzü kızarmıştı.
“Sen
ne zamandır buradasın?”
“İki yıl oldu amirim.”
“Bu ölen, gerçek adı neydi, Fuat mı? O ne zamandır bu apartmanda
oturuyor?”
“Bir yılı biraz aştı. Üç arkadaş kalıyorlardı. Sonra ikisi bir iki
ay ara ile ayrıldılar. O tek kaldı. Bir pavyonda çalışıyor. Genelde eve adam
getirmez. Bazen birileri ile gelir ama sorun çıkartmaz gelenler.”
“Pavyonun adresini verdin mi?”
“Memur beye verdim.”
“Tamam, başka ne var anlatacağın?”
“Aklıma
bir şey gelmiyor amirim.” Rengi biraz daha normale dönmüştü.
“Gelirse
bizi arıyorsun. Olur, da buralarda, daha önceden görmediğin birilerini görürsen
ya da önceden gördüğün ama şüphelendiğin birilerini anımsarsan haber
veriyorsun. Anlaştık değil mi?”
“Emredersiniz
amirim.”
Hakan,
üç cinayetin katilini aramak için hemen kolları sıvadı. Emniyet müdürlüğü
binasına dönerken, telefona sarıldı. Adli tıptaki tüm verilerin bir an önce
kendisine ulaştırılmasını istedi. Daha sonra dosyalara bakan uzman Altan
Ersoy’u bizzat aradı.
“Altan
Bey, Ben Baş komiser Hakan Çevik.”
“Buyurun
Baş komiserim.”
“Altan
Bey, üçüncü cinayet işlendi ve biz hala tek bir ipucu bulamadık. Cesetlerde
katile ait hiçbir şey nasıl çıkmaz? Siz tüm tetkiklerin yapılmasında başında
mısınız? Elemanlar bir şeyleri atlıyor olabilir mi?”
“Hakan
Baş komiserim, içiniz rahat olsun. Adli tıp doktorunun otopsi yaptığı ortamlar
hariç tüm tahliller ile bizzat ilgileniyorum. Bana da yukarıdan korkunç baskı
var. En kısa sürede çözeceğiz. O katil elini kolunu sallayarak gezemeyecek.”
“Teşekkürler
Altan Bey. İyi haberlerinizi bekliyorum.”
Cinayet
aletinin ne olduğu nasıl anlaşılmazdı? Gözden kaçanları yakalaması gerekiyordu.
Üç cinayetin tek ortak noktası ölenlerin travesti olması gibi dursa da belki
katile giden başka ortak noktaları da vardı. Emniyet müdürlüğü binasından
girdiklerinde saat dokuz olmamıştı. Hakan merdivenlere doğru yürürken
arkasından birinin konuşmasını duydu.
“Vay,
buraya da Çevik Kuvvet gelmiş.”
“Yine
mi?” diye söylendi. Soyadı ile olan bu bağlantıdan Ankara'dan gelince
kurtulduğunu sanmıştı ama yine kendisini bulmuştu. Kimin söylediğini anlamak
için arkasını döndüğünde merdivenleri çıkan tanıdık yüzü gördü.
“Tarkan?
Ne işin var burada?” Hakan, bu karşılaşmadan memnun değildi. Çünkü Tarkan
kendisinin aksine son derece şakacı, ulu orta konuşmaktan kendisine takılmaktan
hoşlanan biriydi. Hakan, Tarkan'ın uzun süre ayakaltında dolaşırsa buradaki
imajını bozacağından emindi.
“Duydum
ki orta doğu ve balkanların en iyi cinayet masası polisi İstanbul'a tayin olmuş
bir göreyim dedim. Ne haber devrem?”
“İyi
yaptın ama şu Çevik Kuvveti buradakilere öğretme olur mu?”
“Neden?
Zoruna mı gidiyor? Ayrıca senin buraya geldiğini nasıl duydum sanıyorsun? Her
yerde adın Çevik Kuvvet Hakan Baş komiser olarak anılmaya başlanmış bile. Keşke
benim de böyle lakabım olsa!”
“Sana
desinler de bana demesinler. Hadi gel devrem sana çay ısmarlayayım.”
“Sadece
çay olmaz, öğlene kadar yanındayım, yemek istiyorum.”
“Olur,
çocuk bakacaktım. İşin gücün yok mu?”
“Olmaz
mı? Yıldız komiser ile görüşmeye geldim. Adı gibi güzel mi?”
“Bilmem.
Bakarsın. Neden görüşeceksin? Cinayet davası ile mi ilgili?”
“Geçenlerde
bir polis çocuğu, babasının beylik tabancası ile dedesini vurdu. Adam üç gün
sonra öldü. Bizim memuru kayınpederini öldürmek ve suçu dört yaşındaki oğluna
atmakla suçluyorlar. Ben de ifade vermek için geldim.”
“Anladım.
Saat kaçta randevun?”
“Dokuz
buçuk. Yani o zamana kadar sen bana neler yaptığını anlatacaksın? Manita yaptın
mı? Benim elinden almak için uğraşacağım kadar güzel mi? Hepsini tek tek
anlatacaksın!”
“Sen
hiç değişmez misin? Büyü biraz oğlum. Ayrıca kimse yok. Daha alışamadım
buralara.”
“Alışman
için bulacaksın oğlum birilerini. Bak akşamları bana takıl nasıl alışıyorsun üç
gecede.”
“Aklımı
kaçırmadım. Hadi gel ve sus. Zıkkımlan çayını sonra da bak bakalım Yıldız güzel
mi?”
“Vayy
anladım ki kız güzel. Üstelik senin de dikkatini çekmiş. Farz oldu elinden
almak.” Hakan içinden, ‘tek istediğim sana ilgi duymasıyken sen nasıl elimden
almış oluyorsun?’ diyordu. Bıyık altından gülerek çıktı merdivenleri. Bir iki
cümle ile belki de başından atmıştı Yıldız'ı.
Çaylarını
içerken Deren içeri girmiş bir dosya bırakıp çıkmıştı. Akın hala olay
yerindeydi. Tarkan, Deren'i incelemiş biraz uzun bakınca Hakan, “Akın seni
faili meçhul yapmadan bakışlarını topla.” demişti. İkisi arasındaki gerilimin
ne zaman patlayacağını merakla bekliyordu Hakan. Ne Deren ne de Akın artık
kendilerini engelleyemiyorlar, birbirleri ile atışıp duruyorlardı. Bu da
Hakan’ın artık emin olması demekti.
“Tüh be kaçtı desene, .”
Hakan, okul arkadaşının aslında sadece dilinde olduğunu biliyordu.
Kızları sever ama gönlünü kaptırmazdı. Okul zamanında anlatmıştı. Komşu kızını çok sevmiş, onlar taşınınca çok
üzülmüştü. Daha lise çağlarında yaşadığı bu olaydan sonra bir daha
sevmeyeceğine karar vermişti. Hakan, Tarkan'ın da bir gün seveceğini biliyordu.
Sadece o zamana kadar çiçekten çiçeğe uçmasını izliyordu.
“Çevik Kuvvet, bir akşam gerçekten birlikte bir şeyler yapalım.
Bizim devreden bir iki arkadaş daha var. Anımsarsın, bir üst sınıftan Lütfü ile
bizim dönemden Şinasi var. Onlarla sık görüşüyoruz.”
“Bana Çevik Kuvvet demeye devam edersen asla sizinle buluşmam.
Lütfü evlenmemiş miydi? Neden hala seninle geziyor?” Hakan, eski arkadaşlarının
adını duyunca keyiflenmişti. Tarkan, masasının önündeki koltuğa biraz daha
yayıldı. Olmayan bıyıklarını burarak,
“Geçen sene boşandı. Şimdi yeni kısmetler peşinde.” diyerek bastı
kahkahayı.
Hakan'ın masasındaki telefon çalıp Hüseyin, Yıldız komiserinin
Tarkan'ı beklediğini söyleyince, Tarkan toparlanıp ifade için diğer odaya
geçti. Hakan da elindeki işlere döndü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder