21 Haziran 2015 Pazar

BUZDAKİ ATEŞ 28. Bölüm





*****

İbrahim, Cemal ile Kemal beyi kendi odasına çıkartmıştı. Yunus da yanlarındaydı. Çayı semaver ile söylemişlerdi. Böylece uzun süre rahatsız edilmeden odada konuşabileceklerdi.

İbrahim, dinlenmeyi önlemek için frekans engelleyici kalemini kullanmaya başladı. Zaten tüm konuşmalarında bu kalemi devreye sokuyordu. Bunu odadakilere de söylemiş, kendilerini daha rahat hissetmelerini sağlamıştı.

Cemal, bir süre konuşmakta zorlansa da sonunda her şeyi en baştan anlatmıştı. Tüm aileden gizlediği kumar alışkanlığından, borçlanmasından ve sonra bu borçları ödemek için kendisine teklif edilen kaçakçılıktan bahsetmişti. Kaçakçılık yapmayı kabul etmeyince, bundan mesul olduğunu düşündükleri Celal'i ve ulaşabildiklerini ispatlamak için de Leyla'yı kaçırmışlar, Cemal'e ya borçlarını ödemesini ya da kaçakçılık yapmasını söylemişlerdi. Cemal borç ödemek için uğraştıkça daha çok para istenmişti.


Kemal de arada bir başını sallayarak Cemal'in anlattıklarını doğruluyordu. Cemal en sonunda dayanamamış ve her şeyi Kemal'e de anlatmıştı.

İbrahim, olayın bu kadar basit olamayacağını, kumar borcu ile kaçakçılığın ardında bu kadar büyük hesap hareketi olamayacağını söylediğinde ise iki kardeşin de hesap hareketlerinden haberi olmadığını öğrendi. Polise de zaten bunu söylemişlerdi. Bankalardaki hareketlerin hiç birinden haberdar değillerdi. Zaten Celal varken şirketle pek ilgilenmez, toprak işleri ile uğraşmayı tercih ederlerdi.

İki kardeşin anlattıklarından, doğru söylediklerine inanmıştı İbrahim. Şimdi olay bu tuzağı kuranların gerçekte kim olduğu ve bu planların neden bu kadar ince ince işlendiğini bulmaktı. Bu yörede yapılan kaçakçılıkta kimse bu kadar uzun süreli ve detaylı tuzak kurmuyordu. Neden bu kardeşlerin tırları bu kadar önemliydi? Ne taşınacaktı?

“Tırların çoğunu sattım. Tırlar önemli olsa satmama izin verirler miydi? Bana tuhaf geliyordu bu. Şimdi konuşunca size hak veriyorum. Neden bize bu kadar büyük tuzak kurdular? Biz işinde gücünde, toprağı ile uğraşan çiftçileriz. Yağmur yağsın, tohum çürümesin, hasat iyi olsun deriz. Sınırlarımızda olay olmasın kolay işçi bulalım diye dua ederiz. Nedir bizden istenen anlamadım ki.”

Cemal, gerçek bir bıkkınlıkla konuşuyordu. Ama söyledikleri ile ne büyük bir ipucu verdiğinin farkında değildi. Yunus ve İbrahim önce Cemal ile Kemal'e baktılar. Yunus yanındaki dolabın üstünde duran dosyayı eline aldı. Birkaç sayfa sonra istediği belge önlerindeydi... İşte asıl istenen buydu!

***** 

Umut, o sabah uçağı ile gelmesini bekliyordu Yunus'un. Saat on bir olduğunda artık indiğinden emindi. İner inmez aramazdı ama yine de telefonu yanından ayırmıyordu.

Saat öğleden sonra üç olmuş kimse aramamıştı. O saate kadar odasından çıkmamıştı. Öğlen yemeği için çağıran Uğur'a yemeyeceğini söylemişti. Ablası, biraz sonra elinde tabakla gelmiş, tost ve ayran getirmişti. Ama tabak hala geldiği gibi duruyordu. Canı istemiyordu.

Kapı açılıp Onur içeriye girdiğinde, yüz ifadesinden ters bir şeyler olduğunu anlamıştı.

“Ne oldu?”

“Umut...”

“Onur ne oldu? Söylesene!”

“Sedat aradı. Yunus dönmüyormuş. Orada işler karışmış. Tek söylediği bu! Ama sanırım birkaç gün daha orada kalacakmış.”

“Nasıl işler karışmış? Yunus'a ne ki oradaki işlerden?” Karışan neydi? Zeycan ile mi ilgiliydi? Ama o zaman işler karıştı demezlerdi. Demek ki Erhan ile ilgili karışıklık vardı. Öyle olmalıydı...

“Ağabeyi için gitti ya abla. Demek ki yapabileceği şeyler var ki dönmüyor. Senin beklediğini bildiğim için haber vereyim dedim.”

“Beklemiyorum. Neden bekleyeyim ki.”

“Sabahtan beri camın önündesin. Sanki yürüyerek gelecek gibi bekliyorsun. Saklama işte.”

“Neyi?”

“Of be Umut, of be... Bak dersim var. Seninle uğraşamam. Senden başka herkes biliyor Yunus'a âşık olduğunu. Sen de söyle de rahatla.”

“Kim biliyor? Nasıl bilebilirsiniz?”

“Hepimiz senin yüzünü görüyoruz. Yunus gittiğinden beri ne halde olduğunu da biliyoruz. Hatta bence babam bile biliyor.”

“Babam mı?” deminden beri şoke olmuş vaziyette Onur'u dinliyordu. O daha yeni kabullenmişken iki kardeşinin ondan önce aşık olduğunu anlamış olmasını nasıl hazmedeceğini düşünüyordu. Onlar yetmezmiş gibi babası bile anlamış mıydı? Kızardığını, ateş bastığını hissetmişti.

“Umut, ben Sedat'ı seviyorum. O da beni sevdiğini söylüyor. Gerçi onun eski yaşantısını bilirken söylediklerine inanmak ne kadar doğru bilmiyorum. Ama zamanla öğreneceğimi ve gerektiğinde gerektiği gibi davranacağımı biliyorum. Sen ise Yunus için arkadaşım demekten öteye gidemiyorsun ama onun yüzünden, yemeden içmeden kesildiğini kabul etmiyorsun.”

“Ediyorum.”

“Ediyor musun?”

“Evet, ben Yunus'a aşığım. Sanırım iki yıldır da bu böyle...”

“E niye bunca zaman arkadaşız diyordun?”

“İşte benim de kendimde anlayamadığım bu. Ben bunca zaman nasıl fark edemedim? Ona, bazen size bile anlatmadıklarımı anlattım. Çok korkunç bu! O beni arkadaşı olarak görürken ben ona nasıl aşık olurum?”

“Neden olmasın? Aşkın tarifi yok ki! Arkadaşına da, bir kez gördüğün ve bir daha denk gelemediğin birine de aşık olabilirsin. Sen arkadaşım dediğin erkeğe aşık oldun. Asıl şimdi ne yapacaksın? Önemli olan o.”

“Bir şey yapmayacağım. Baksana iki haftada sadece bir kez o da gitmeden hemen önce aradı. Dönmüyor ve yine haber vermiyor. Yani o beni düşünmüyor. O zaman ben de onu düşünmekten vazgeçmeliyim.”

“Mantıksız davranıyorsun.”

“Mantık mı? Haklısın benim eskiden bir mantığım vardı. Nereye kayboldu acaba?”

“Benimki ile el ele verip başka diyarlara kaçmıştır.” Onur güldürmek istemiş, başarmıştı da. “Haklısın galiba.” Umut, aşkını açıklamış olmanın rahatlığını hissetmişti.

“Hadi çık artık odadan. Aşağıda seni merakla bekleyenler var.”

“İnelim ama evde kalmayalım. Dersin azsa çıkıp yürüyelim mi?”

“Yarım saat kadar yürüyebilirim. Benim de ara vermem iyi olur.”

Aşağı indiklerinde Uğur'un da yürüyüşe gelmek istediğini öğrenip üçü birden çıktı. Yanlarına Yusufçuk'u da aldılar. Hep Hasan Beyle yürüyüşe çıkan köpek, kızların yanında şımarmış, etraflarında dönüp duruyordu. Onun şirinliklerine gülen kızların bu sağlıklı hallerine de başkaları gülerek bakıyordu. Bakışlardan habersiz bir süre yürüyen kızlar, Uğur'un bir şeyler içmeye ikna etmesi ile bir çay bahçesine oturdular. Serin hava yüzünden içeri girmek isteseler de Yusufçuk yüzünden dışarıda kalmışlardı.

Kuytu bir masa bulup oturdular. Uğur siparişleri verdikten sonra arkasına yaslandı. Umut'a dönüp,

“İzin işini düşündün mü? Hafta sonu gidiyoruz. Geliyorsun değil mi?”

“Bilmiyorum.”

“Gel de rahatla biraz. Böylece Yunus'u da biraz unutursun. Hem bana da yardım edersin. O kadar oyuncu ile uğraşmak zor oluyor.”

“Tamam, gelirim.” Yunus konusunu bilmesini kabullenmiş ve devamı gelmesin diye de hemen kabul etmişti. Uğur da başka söz söylememişti.

“Onur, hafta sonu sen de gel. Pazar akşamı dönersin, olur mu?” Kardeşlerinin biraz kafalarını rahatlatmaya ihtiyaçları vardı.

“Olabilir belki. Ders programıma bakayım. Eğer haftaya rahatsam gelirim. Hafta sonu bir arada oluruz.”

“Kapalı havuz da var.” Uğur, bu kozu sona saklamıştı. İki kardeşinin de yüzmeyi ne kadar çok sevdiğini bildiği için ortaya lafını söylemişti.

“Vayyy, kış günü yüzmek ne güzel olacak.” Onur çoktan kabul etmişti bile...

“Ben de çok özledim yüzmeyi. İyi gelecek.” Umut da heveslenmişti. Su her zaman iyi bir terapi aracıydı.

Bir süre daha oturduktan sonra hesabı ödeyip kalktılar. Üçkardeş de bir hafta sonra yapacakları kısa tatilin planlarını konuşarak eve döndüler.

***** 

Erhan, anne ve babası ile sıkı sıkı giyinerek evin bahçesine çıkmıştı. Bahçede hercai menekşeler renk cümbüşü oluşturmuş, bakanların göz zevkini okşuyordu. Annesi meyve tabaklarını da bahçeye çıkartmıştı. Sedat kısa işi olduğunu, birazdan katılacağını söylemiş, üçlüyü yalnız bırakmıştı.

“Anne, haftaya Derince de bir tesise gitmek ister misin? Üçümüz beraber gidelim. Ne dersin?”

Annesi, bu gezinin nedenlerini öğrenince kısa bir tatilin hepsine iyi geleceğini düşünüp kabul etmişti. Sedat tek başına idare edebilirdi. Sedat yanlarına katıldığında o da aynı şeyi söyledi... Bir hafta yalnız kalmak dert değildi...

Daha sonra dört kişi, kış güneşinin tadını çıkartarak bahçede hoşça vakit geçirdiler. Hatta akşam için mangal yapmaya karar verdiler.

Yemeğin ortasında Erhan'ın telefonu çalmaya başladı. Arayan Yunus'tu. Erhan dinledikçe şaşkınlığı artıyordu. Kaçakçılığın görünmeyen yüzü ortaya çıkmıştı. Evet, bir kaçakçılık vardı ama bu tırlarla değil, uçaklarla yapılıyordu! Erhan hayretle dinlerken masadakiler de onu izliyordu. Telefon kapandıktan sonra soru dolu bakışlara kısaca yanıt verdi.

“Celal'in tırları değil, Karkamış’taki tarlaları kaçırılma nedeni olabilirmiş.” Erhan kısaca Cemal'in neler yaşadığını ve yaptığını anlatmıştı. Yunus bilgileri aktarmış ve tarlaların takibe alınacağını söylemişti. Cemal ve Kemal, Burhan beyin ölümünden sonra korkmuş gibi yapacak ve ne isterlerse yerine getireceklerini söyleyecekti. Tehlikeli bir yoldu ama yapmak zorundaydılar. Elbette bu Celal'in ve ailesinin can güvenliğini tehlikeye atmadan çözüm üretilmesi gerçeğini değiştirmiyordu. Onlara bir an önce ulaşılmalıydı.


***** 

Bir sonraki hafta, Gaziantep de, otopsi sonrası cenaze töreni ve taş ustalarının araştırması ile geçti.

Zeycan ile İbrahim'in duygularını birbirlerine açıklamasından sonra görüşmeleri daha keyifli olmaya başlamıştı. Zeycan fırsat buldukça kaçıyor, görüşüyorlardı. Yunus bir süre yanlarında oturuyor sonra da bir bahane ile uzaklaşıyordu. Bir süre sonra yine aralarına katılıyordu.

Ünsal yine buluşmak istemiş, Zeycan, ilk iki seferinde cenazeyi ve sonra biraz rahatsız olduğunu söyleyerek görüşmeye gitmemiş, ama iyileşince buluşacağını söyleyerek gönlünü almıştı. Bunları İbrahim'e anlattığında gözlerinin çakmak çakmak olmasından garip bir haz alıyordu. Onun kendisine keyifle baktığını gören İbrahim ise bu kez kaşlarını çatıyor, bana özellikle işkence mi yapıyorsun? diye soruyordu.

Yunus, onları izlerken yanında Umut'un olmasını çok istiyordu. O kadar çok özlemişti ki. Eli belki onlarca kez telefona gitmiş ama son anda vazgeçmişti. Döndüğünde, aklındakileri, kalbindekileri bir tarafa bırakmış olmayı umuyordu. Aslında kendisini kandırdığını çok iyi biliyordu. Özlemi arttıkça aşkı, aşkı arttıkça özlemi artıyordu.

Hafta sonu dönecekti ve bu haline son noktayı koyacaktı...

*****

Taş ustalarının araştırılması tamamlanmıştı. Diğer illere gitmeye gerek kalmamıştı. Ustanın kim olduğu bulunmuştu ama ne yazık ki üç yıl önce ölmüştü. Oğlu, babasının izinden gitmediği için yaptığı işleri bilmiyordu. Resmi uzun süre incelemesine rağmen neresi olabileceği hakkında fikri yoktu. Çarşamba akşamı, babasına ait ne kadar evrak varsa hepsini teslim etmiş, araştırmalarına destek olmak istemişti.

Bu arada, banka hesapları ile ilgili incelemeler tamamlanamadığı için aile şirket hesaplarına ulaşamıyordu. Ama birkaç alıcı ile anlaşılmış, tarladaki ürünlerin bir kısmı satılmıştı. Oradan gelen para ailenin biraz nefes almasını sağlamıştı.

*****

“Benim.”

“...”

“Birazdan orada olurum.”

“...”

“Onlar iyi mi?”

“...”

“Tamam, kimseye bir şey söylemeyeceğim. Lütfen onlara dokunmayın.”

“...”

“Anladım. Geliyorum”

Cemal, evden yaptığı görüşmeden sonra Züleyha ile vedalaşıp ve dikkatli olmalarını söyleyerek evden çıktı.

Züleyha korku ile çocukların yanına gitmiş, Zeycan'ı da çağırmıştı. Çocuklara belli etmek istemeseler de evde ters bir şeyler olduğunu gizleyememişler, huzursuz olan çocukları zorla uyutup sessizce beklemeye başlamışlardı.

***** 

“Tamam, rahat ol. Ekip seni izliyor olacak.”

“Anlarlarsa ailemi öldürürler.”

“Anlamayacaklar. Evi koruyorlar zaten.”

“Nasıl?”

“Bak anlamamışsın bile. Tamam, sen şimdi rahat ama korkarak git. Korkmazsan anlayabilirler.”

“Korkuyormuş gibi yapmama gerek yok. Zaten çok korkuyorum.”

“Tamam. Bu daha iyi! Hadi sen git artık.”

Cemal, telefonu kapattıktan sonra arabasını çalıştırdı. Evi korunuyormuş! Etrafına bakındığında kimseyi görmemişti. Ya İbrahim yalan söylemişti ya da korumalar çok iyi gizlenmişti.

Verilen adrese yaklaştığında iyice korkusu arttı. Arka sokaklara doğru ilerledikçe de korkusu tavan yapıyordu. Ama adresi bulduğunda biraz rahatladı. Verilen adres bir pavyondu. Kapıda iki görevli bekliyordu. Tek erkek olarak içeri alınır mıyım diye düşünürken görevlilerden birinin “Cemal Bey hoş geldiniz, sizi üst katta bekliyorlar.” demesi ile zaten beklendiğini ve yüzünün tanındığını anladı. Az önce kurumaya başlayan teri bir anda tüm vücudundan fışkırmıştı. Elleri titreyerek üst kata çıkan merdivenlerin tırabzanlarına tutundu. Kumar oynadığı yere benziyordu. Acaba yeniden kumar oynatmak için mi çağırmışlardı? Borçlarını daha ödeyememişti. Kendi aptallığı yüzünden olanlara inanamıyordu. Ne kadar kolay düşmüştü tuzaklarına... Şimdi ise onun yüzünden tüm ailesinin canı yanıyordu.

Üst kattaki korumanın üstünü aramasından sonra gösterilen kapıyı açıp içeri girdi. Masanın arkasında bir kişi oturuyordu. Başka da kimse yoktu. Kumar ile borçlanma olmayacaktı ama bu odadan sağ çıkabilecek miydi?

Masada oturan adam sanki iş görüşmesi yapacağı birini bekliyormuş gibi ayağa kalkıp elini uzatmış, sonra da masanın önündeki koltuğa buyur etmişti. Cemal tedirgin bir şekilde koltuğa oturdu. İlk kez görüyordu masanın ardındaki adamı. Kendisini tanıtma gereği de duymamıştı. Masada adını belirten isimlik de yoktu. O ana kadar tek laf etmeyen adam çok normalmiş gibi ne içeceğini sorunca irkildi.

“Dur ya, ne sıçrıyorsun? Alt tarafı ne içeceğini sordum. Merak etme burada adam doğramıyoruz.” Sesi oldukça kalındı. Bunları söylerken de sırıtıyordu. Cemal adamın özellikle o lafları ettiğinden emindi. Ama korkutmaya gerek olmayacak kadar çok korkuyordu.

“Bir şey içmeyeyim. Teşekkürler.” sesi iyice titreyerek çıkmıştı.

“Seni neden çağırdığımızı biliyorsun sanırım?” Yüzündeki sırıtma silinmişti. İş konuşmaya başlamıştı.

“Borcum için mi?” Cemal bir şey bilmiyormuş gibi konuşuyordu.

“Kumar borcun mu? Eh bir dereceye kadar onun için. Ama asıl nedenimiz başka.”

“Kumar borcum değilse başka ne olabilir ki? Celal'e bir şey mi oldu?”

“Yok, canım ne olacak ki? Keyfi yerinde. Resmi görmediniz mi?”

“Gördük ama ...”

“Aması yok. İyi bakıyoruz. Burhan'ı da iyi ağırlıyorduk ama o bizi kızdırdı. Celal ise karısını ve oğlunu da yanına getirdiğimiz için bizi hiç kızdırmıyor.”

“Benden ne istiyorsunuz?”

“Tarla.”

“Tarla mı? Ne tarlası?” İbrahim ile Yunus’un tahminleri doğruydu demek ki. Ama bunu belli etmemesi gerekiyordu.

“Burhan ile sizin Karkamış da birbirine sınır tarlalarınız var. İşte o tarlayı istiyoruz.”

“Biz tarla satmayız.” Sanki o an en önemli olan aile prensipleriymiş gibi konuşmuştu.

“Cemal, senden tarla satın alacak kimse yok.”

“E nasıl olacak o iş? Borcuma karşılık mı?”

“O tarlanın değeri, borcunun yüzde onunu bile karşılamaz. Ama o tarlayı terk edersen işler değişir.”

“Nasıl terk etmek? Beyim ne istediğinizi anlamadım ki.”

“O tarlalar tam sınırda. Yani bize lazım olan yerde!”

“Kaçakçılık mı yapacaksınız?”

“Ne demek kaçakçılık? Ticaret yapacağız.”

“Ticaret mi?”

“Evet, siz o tarlaları bize kiraya vereceksiniz. Biz de ne gerekiyorsa ekeceğiz.”

“Anladım sanırım. Yani bizim oradan işçileri çekmemiz gerekiyor.” Cemal niyetlerini anlamaya başlamıştı.

“Aynen öyle. Ama aramızda hiçbir yazılı anlaşma olmayacak. Siz bizi tanımayacaksınız. Biz sizi. Hatta sen beni görmedin, buraya gelmedin bile.”

“Anladım. Peki, ağabeyimi ne zaman serbest bırakacaksınız?”

“O biraz zaman alacak.” O kadar rahattı ki adam. Cemal yine korkusunun arttığını hissetti. Elleri terlemişti yine. Ürkek bir sesle sordu. “Neden?”

“İlk ürünleri ekelim, yetişsin de bakalım nasıl ürün veriyor. Belki toprak verimsizdir.”

“Ne kadar sürer sizin mahsulü almanız?”

“En az bir ay sürer. Ama sonra daha sık ürün alırız.”

“Bir ay mı? Celal'in bir ay kalmasına gerek yok ki. Ben size tarlaları vereceğim. Üstündeki mahsulü de toplatmayacağım. Ağabeyimi ve eşini hemen bırakın.” Adamlar işlerini yoluna koyana kadar ellerinde tutmak istiyordu. Ama o kadar kolay kabul etmeyecekti.

“Pazarlık yapabileceğini kim söyledi?”

“Pazarlık yapmıyorum. Sadece sizin istediğinizi yaptığıma göre ağabeyimle ailesini istiyorum.”

“Onları bir ay sonra görürsün. Bu bir ayı da borçlarının silinme süresi olarak düşün. Bir ay sonra ağabeyinle birlikte senetlerini de göndeririz.”

“Anlıyorum. Bu da benim cezam yani?” Cemal kendisine kahrediyordu. Çok kolay düştüğü tuzaktan aynı kolaylıkla çıkamıyordu. Adamların sözlerine güvenmekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bu süre içinde ters bir şeylerin olmasını engellemek için elinden geleni yapacaktı.

“Cezayı Burhan'a kestik. Ona da tarlalarını vermesini söyledik. Ne olacak ekmezse? Tek tarlası orası mıydı? Ama inat etti. Onun ailesinde tüm malların yönetimi ondaydı. Bunu canı ile ödedi. Şimdi bir sürü mirasçısı var. Kısa süre sonra o tarla da bizim olacak. Mirasçılar başlarına Burhan'a gelenin gelmesini istemez değil mi?”

“İstemez.” Artık karşısındakinin niyeti açık ve netti. Karşı gelirseniz sonunuz Burhan gibi olacak diyordu. Ne kendisinin ne de ailesinin canına kast edemezdi.

“Bak seninle ne güzel anlaşıyoruz. Kalabalık aile olmanız, birbirinize vekâlet vermeniz... İşte bunlar sizi hayata bağlıyor.” Açıkça dalga geçiyordu.

“Kardeşlerim bana güveniyor. Celal'e de güvenirlerdi.”

“Merak etme, hepiniz hayatta olduğunuz sürece kimse güvenmezlik etmez. Görüşmemiz bitti. Gidebilirsin. Sana polise gitme demem gerekmiyor değil mi? Yoksa sizden canı yanan en küçük kardeş olur. Bu da İsmail değil... Zeycan olur. Kızları da kardeşten sayarsınız değil mi?”

“Sakın Zeycan'a dokunmayın. Sakın.” O ana kadar sakin durmak için kendisini zorlayan Cemal, kız kardeşinin adının anılması ile çılgına dönmüş yerinden fırlamıştı. Karşısındaki adam onun aksine yavaş hareketlerle kalktı masadan. Sesini ve gözlerini biraz kısarak,
“Bak yine pazarlık yapıyorsun. Sen benim dediğimi yap, ben de kimsenin canını yakmayayım.”

Cemal, onun bu hareketleri karşısında sadece “Tamam.” diyebildi.


*****  

2 yorum: