15 Haziran 2015 Pazartesi

BUZDAKİ ATEŞ 22. Bölüm


İbrahim bir gün sonra güvenli bir şekilde kendisine ulaşacak olan evrakları beklemekten başka bir şey yapamayacağını biliyordu. Doğru iz üzerindeydi, bundan emindi. Emin olduğu diğer nokta ise Erhan'ın Zeycan ile alakasının ağabeylikten öte olmadığıydı. Arkadaşı kendisine şaka yollu takılmıştı. Bu da içini rahatlatmıştı.

Resmi yine Fuat'a yollamıştı. Araştırma konularından ondan başkasına güvenemezdi. Dikkatli ve hızlıydı. Çoğu zaman illegal yollarla hedefe ulaşsa da o yolları legal hale getirmeyi de bilirdi.

Otel odasındaki yatağına uzandığında aklında ne o gün girdiği sinir bozucu dava, ne de dosyalar dolusu evrakta çıkacak bilgiler vardı. Tek düşündüğü güzel gözlü Zeycan'dı.


Genç kızın yaşamı, bulunduğu şehir için çok rahat olarak nitelendirilebilirdi. Yine de akşam yemeğine çıkamayacağını biliyordu. Ağabeylerinin buna izin vereceğini aklından bile geçiremiyordu. Gerçi davet etse de Zeycan'ın kabul edeceğini sanmıyordu. Erhan kardeşi gibi görse de Zeycan'ın ona daha farklı duygular beslediği ortadaydı. Erhan'ın adının her geçişi gözlerinin bambaşka parlamasına neden oluyor, hatta bazen dolu dolu olan gözleri ile uzaklara dalışı kalbini dağlıyordu. Bir gün o gözler kendisi için de öyle bakabilir miydi? Ümit etmekten başka elinde ne vardı?

***** 

Umut, günlerdir suskundu. Evde doğru düzgün konuşmuyordu. Bazen dalıyor, kendisine sorulan soruları bile duymuyordu. Uğur ile Onur o zamanlarda birbirlerine bakıp göz kırpıyor ama Umut'a ilişmiyordu.

Umut, artık kabullenmesi gerektiğinin farkındaydı. Ama adını koymak dönüşü olmayan yola girmek değil miydi? Şimdi inkar edebildiği her şeyi kabullenmek değil miydi? Bunu nasıl çözebileceğini nasıl aşabileceğini bilmiyordu. Yunus ile görüşmek istiyor, görüşürse duygularını belli edeceğinden korkuyordu. Lanet olsun ki şu an etrafında tek bir erkek bile yoktu! Birileri olsa en azından bir iki kez çıkar belki de Yunus hakkında düşündüklerini kafasından atabilirdi.

*****


Hasan Bey ortanca kızının düşünceli hallerini fark etse bile sormuyordu.

Bir süre üç kızını da seyretti. Sonra çalışma odasına geçti. Yıllardır ahşap oyma işleri ile uğraşıyordu. Hem kafasını dağıtıyor hem de vakit geçiriyordu. Masasına oturup, tozları içine toplasın diye özel hazırladığı örtüsünü kucağına yaydı. Kıl testere ile çalıştığı duvar saatinin oymalarını yapmaya devam etti. Bir süre sonra düşünceleri kızlarına kaydı yine...

Genç kızlığa geçişlerinde epey zorluk çekmişti. Hatta bir dönem ablasından yardım istemişti. Ara sıra yine akıl danışırdı ama artık ablası da çok yaşlandığı ve zamanın çok gerisinde kaldığı için ondan alacağı taktiklerin işine pek yaramadığını görüyordu. İki kızının da, yuvadan uçma yaşlarının gelip geçtiğinin farkındaydı. Umut, ablasının dul kalmasından sonra hayata farklı bakmaya başlamıştı.

Bazı arkadaşları haber yollamış kızları için talipler çıkmıştı. Karısı hayatta olsaydı, ona gelecek olan bu haberleri kızlara iletmekte çok zorlanmıştı en başlarda. Zamanla alışmış, kızlarının yerine bile yanıt verir olmuştu. Ama artık Umut yirmi yedi, Onur da yirmi üç yaşına gelmişti. Yakında kapısını gerçekten kızları için uygun birilerinin çalacağından emindi. Elbette o kapıyı çalanların önce kızlarının kalbini çalması gerekiyordu. Ama bu kızlar bu kafayla evlenemeyecek diye de korkuyordu.

Uğur için ise hiçbir hedefi yoktu. Atilla ölümü ile kızını da mezara sokmuştu. Bazen kızında yine o eski neşeli Uğur'un kıpırtılarını görse de o kadar hızlı yok oluyordu ki o kıpırtılar, yanıldığın sanıyordu. Büyük kızının yine gülebilmesi, gerçekten nefes alabilmesi için dua ediyordu.

Böyle zamanlarda en çok karısını arıyordu. Ama tek başına devam etmek zorundaydı!

Karısını her anımsadığında olduğu gibi kalbi titremeye başladı. Çok küçüktü onu ilk gördüğünde. Daha on dördündeydi. Ortaokula giderken görmüştü, Nadide'sini.  Üç yıl yolunu gözlemiş, kalbini açamamıştı. Nadide on yedisine girdiğinde çıkmıştı ilk kez karşısına. O zaman dile dökmüştü aşkını. Nadide ise gülmüştü yüzüne.

O anlara gittiğinde gözlerinden süzüleni engelleyemedi. Nasıl kırmıştı kalbini? Nasıl da alay etmişti? Ama çok sonra anlamıştı o alayların ardında yatanın korku olduğunu. Haftalarca kendi kendini yemiş bir daha adını anmayacağım, demişti. Ama bir gün ayakları onu Nadide'nin okul yoluna götürmüştü. Haftalardır görmediği sevdiğini okulun son günü görmek istemişti. Artık tatil gelmişti. Ailesi yazlığı gittiğinde zaten üç ay göremeyecekti. Dayanamazdı o kadar zaman görmemeye. Okulun kapısını gören, her zaman durduğu noktada beklemeye başladı. Nadide onu göremezdi burada. Onu uzaktan bile olsa son kez görmek istemişti.

Okul kapısından çıktığında yanında birkaç arkadaşı vardı. Kızlarla yürüyor ama gözleri ile etrafı tarıyordu. O sırada yanına yaklaşan bir erkek ile konuşmaya başladığını gördüğünde kalbi acımıştı. Kıskançlıkla içi yanmıştı. Onların hallerini izlemek istemediği için arkasını dönüp yürümeye başlamıştı. Kendine lanet ediyordu. Neden görmek için gelmişti ki. O değil miydi kendisine gülen? O değil miydi sevgisi ile alay eden? Kendisi o kadar acı çekerken o değil miydi başka erkeklerle rahat rahat konuşup gülüşen? O zaman onun için acı çekmenin gereği yoktu. Acıları aşacağından emin evin yolunu tuttu.

Elli metre kadar yürüdüğünde arkasında hafif ayak sesleri duydu. O sesler koşan bir kadının ayak sesleri gibiydi. Biri kolundan tutup kendisini çevirdiğinde boş bulunup sendelemiş, çevireni de düşürecek şekilde dengesini yitirmişti. Düşmesin diye kollarına yapıştığı kişi Nadide'si idi. Gözlerinde yaşlarla kendisine bakıyordu.

“Gelmişsin! Nihayet gelmişsin! Haftalardır yoktun.”

“Ne? Neler söylüyorsun?”

“Haftalardır bakıyordum beni izlediğin köşeye. Hep boştu!”

“Ne? Sen benim izlediğim köşeyi nereden biliyorsun?”

“Burası lise. Biri birilerini izlerse mutlaka tüm okulun haberi olur.”

“Ne yani, seni izlediğimi tüm okul biliyor mu?”

“Tabii, hatta bir adın bile var 'gizli âşık'”

“Kim demiş âşık olduğumu?”

“Değil misin?”

“Ben, sevgimi söylediğimde yüzüme gülen birine âşık olamam.”

“Ya o gülen de sana aslında âşıksa? Hala inat eder misin?”

“Nadide, benimle yine alay edeceksen burada keselim. Seni tatile gitmeden görmek istedim geldim gördüm. Ama ne senin ne de okuldaki arkadaşlarının daha fazla maskarası olamam.”

“O zaman gerçekten sevdiğime inandırmam lazım. Çok inatçısın biliyor musun? Tam dört hafta üç gün oldu gelmeyeli. Ondan önce de tam üç yıl hemen her hafta beni izledin. Tüm o yıllar boyunca sen üniversitede olduğun için erken çıktığın ve beni görmeye geleceğin günleri bilerek seni bekledim. Hep bana açılmanı umdum. O yıllar çok küçüktüm ama pek de bir şey fark etmeyecekti. Liseye geçtiğim yıl sen de son sınıfa geçtin. O kadar üzülmüştüm ki. Üniversitede birileri seni ayartacak artık beni görmeye gelmeyeceksin diye. Ama bir gün kızlardan biri senin geldiğini söyledi. Beklediğin köşeyi tarif etti. Bir başka kız o akşam bana aynası ile seni gösterdi. Gördüğün gibi bizleri asla küçümsememen lazım! ”

Hasan Bey o konuşmayı nasıl da soluksuz dinlediğini anımsadı. Yaşların süzüldüğü yanaklarında bu kez gülümsemenin kıvrımları oluştu. Nadide'si adı gibiydi. Onun tek cümle ile söylediği aşkının karşılığını koca bur nutuk ile vermişti. O yaz ailesi ile tatile gitmemek için iş bulmuş, Hasan'ın yanında kalmıştı. Hasan, erteleyip durduğu askerliğini en sonunda yapmış, o ayrılık ikisini de çok üzmüştü. Ama askerlik sonrası iş bulması ve Nadide'yi istemesi ile işler hızlanmış, bir yıl içinde evlenmişlerdi.

Nadide ilk çocuğun haberini verdiği gün Hasan ilk terfisini almıştı. Bebeklerinin uğurlu geldiğine karar veren karı koca, koyacakları adı bulmuştu bile! Uğur.

İki yıl sonra ikinci bebek haberi geldiğinde ise Hasan Bey kendi işini kurmak istiyordu. Bebek haberi ile bundan vazgeçmeye niyetlenmişti. Sabit maaş hiç yoktan iyiydi. Ailesinin geçimi için belirsizliklerle boğuşmak zorunda kalmayacaktı.

Oysa Nadide öyle düşünmüyordu. İnsanların umutları olmazsa yaşayamayacağını söyleyip duruyordu. Umut ettikleri gibi, işleri yolunda gitmişti. Ama bu kez karı koca arasında ufak bir sorun çıkmıştı. Bu kez bebeğin adının ne olacağına karar veremiyorlardı. Umut mu? Ümit mi? En sonunda kız olursa Umut, erkek olursa Ümit koymaya karar veren ikili, ikinci kızları ile karşılaştılar.

Hasan Bey, ortanca kızının halini düşündükçe gülüyordu. Okul yıllarında o da Uğur gibi az kök söktürmemişti erkek arkadaşlarına. Bazen ablası ile konuştuğunda 'Nadide'ye de sana da söyledim, bu kızlara erkek adı verip erkek gibi yaptınız, diye. Tüm kabahat sizde.' derdi. Oysa o kızlarının bu halinden memnundu. Çok erkeğin aksine kız çocuklarını çok severdi. İki erkek kardeşi vardı. Aile adının devamını onlar düşünsün derdi. Ama Nadide, tüm bu sözlere rağmen kocası için erkek çocuk doğurmayı istiyordu.

Onur'un adı ise karısı ile yaptığı son kavganın eseriydi. Nadide 'Kardeşlerinin oğulları var. Senin de bir oğlun olsa kötü mü olur? Neden üçüncü çocuğu istemiyorsun anlamıyorum. Allaha şükür maddi gücümüz yerinde. Ben de doğuracak kadar sağlıklıyım. Bir kez denesek ne olur?' dediğinde, 'Benim kimseye bir şey ispatlamaya niyetim yok. İki kızımı da kimselere değişmem. Ben istemiyorum erkek çocuk. İşte o kadar!'

Son sözü söylediğini sandığı o an karısının bıyık altından gülmesi ile kendisine gelmişti. 'Sen zaten hamilesin değil mi? Anlamalıydım?'

'Hasanım tek istediğim senin de onur duyacağın bir oğlunun olması. Elbette kızlarının yerinin ne kadar başka olduğunu biliyorum. Ama bir oğlun olsa fena mı olur? Bakalım bu üç numara nasıl bir şey olacak?'

Onur... Ailesini onurlandıran üç numara ablalarının pabucunu dama attığı an nasıl bir felaket olduğunu göstermişti. İşte o kazandibi en yaramazlarıydı. Daha iki yaşına girdiğinde annesini bezdirmeye başlamıştı. Hasan Bey ise her seferinde 'al sana oğlan' diyordu karısını kızdırmak için. Üç kızdan sonra karısı da artık vazgeçmişti erkek çocuk aramaktan.

Doğum kontrol haplarının pek işe yaramadığını, düzenli kullanamadığı için hamile kaldığını söyleyip spiral taktırmak için doktora gittiğinde Onur iki yaşını yeni doldurmuştu. Kadın doğum uzmanı, kendisinden bir sürü test isteyince tedirgin olmuştu. Ama hemen testler yapılmıştı. Çok geç teşhis edilen rahim kanseri metastaz yapmış, birçok yere dağılmıştı. Teşhisten bir yıl sonra gözlerini yumduğunda Hasan Bey de hayata gözlerini yummayı istemişti. Ama üç kızı onu hayata bağlamıştı. En büyüğü dokuz yaşında olan üç kızla başa çıkmak için hemen evlenmesini isteyenleri elleri ile öldürmek istemişti. Nadide'den sonra bir başka kadına 'karım' demek mümkün müydü? İnsanlar ne kadar hafife alıyordu bu aşkı. Biri ölür ölmez duygular da ölüyor mu sanıyorlardı?

En bariz örneklerden biri Uğur'du. O da babasına mı benzemişti? Kendisine her huyu benzese de bu huyu benzemesin istiyordu. Kendisi üç kızı ile hep karısıyla birlikte yaşamıştı aslında. Ama Uğur, kardeşleri evlendiği, kendisi gözlerini kapattığında yalnız kalacaktı. Bunu asla istemiyordu. Bir gün... Bir gün onun da yeniden yaşamasını sağlayacak biri karşısına çıkar diye umuyordu.

Düşüncelere daldığında elinden bıraktığı testereyi tekrar eline alıp oymasına geri döndü.

***** 


“Abla, biraz konuşabilir miyiz?”

“Onur, gel ablam. Konuşalım tabii.”

Uğur, kendi odasında kitap okuyordu. Üzerinde, atmaya kıyamadığı solmuş sarı pijamaları ile yirmi dokuz değil en fazla on altı gibi duruyordu. Onur, kapıdan kısa süre seyrettiği ablasının kendisini fark etmediğini görünce seslenmişti. Uğur, kitabını kapatıp yatağının başına sırtını dayadı. Ayakucuna ilişen Onur bir süre sustuktan sonra konuşmaya başladı.

“Abla, sen enişteme âşık olduğunu nasıl anladın?”

“Nasıl mı anladım? Bilmem. Onu gördüğümde sanırım dünyanın rengi değişiyordu. Saatlerce sadece onu düşünebilir, yemeden içmeden yaşayabilirim gibi geliyordu. Tabii öyle olmuyordu ama kendimi öyle hissediyordum. Yoksa senin de dünyanın rengini değiştiren mi var?”

“Hayır. Dünya hala aynı renk ama iş düşünmeye gelince, evet hep aklımda. Ama ben böyle olsun istemiyorum.”

“Neden?”

“O iyi biri.  Daha önce çıktığım kimse gibi değil. Gerçi kaç kişi ile çıktım ki? Ama olsun işte onlar gibi değil. Yine de ben bir daha çıkmak istemiyorum.”

“Onur'cuğum, seni doğru mu anladım? Sedat, daha önce çıktıkların gibi değil, hep onu düşünüyorsun, hatta âşık olduğunu bile sanıyorsun ama görüşmek istemiyorsun. Öyle mi?”

“Evet... A Sedat mı? Ben Sedat demedim ki!”

“Sedat değil yani seni bu hale sokan?”

“Yok, Sedat da yani ne bileyim. Hani o senin hastanın kardeşi ya. Adını anmak tuhaf geliyor.”

“Boş ver benim hastamı. Sen ve o kendinizden mesulsünüz. Ama ben hala anlamadım, neden görüşmek istemediğini!”

“Çünkü onu düşünmekten ders çalışamadım. Bugünkü sınavım çok kötü geçti. Ben son sınıfta bu hale gelmemeliydim. Dün de hocamın sorduklarına öyle saçma yanıtlar verdim ki, neyim olduğunu sordu. Diyemedim aklımda biri var hastayı düşünmedim diye. Böyle bir şey benim mesleğimde affedilemez. Okulu, birini kafama takıp hastalarımın sağlığı ile oynamak için okumadım. Bu iş yürümez. Hafta sonu davetini reddedeceğim.”

“Sen bilirsin.”

“Bu kadar mı?”

“Ne bu kadar mı?”

“Bana tavsiyen bu kadar mı? Sen bilirsin dedin çıktın işin içinden.”

“Ablam, inan senden daha doğru kimse karar veremez. Sedat gerçekten iyi birine benziyor. Seninle de ilgili olduğu belli. Ama senin kafanı karıştıran neyse o çözülmeden doğru hareket etmeni beklemek pek mantıklı değil. Önce düşün, kararını netleştir sonra da uygula.”

“Doğru söylüyorsun. Benim aklımı meşgul eden de bu belirsizlik. Kararımı verdiğimde her şey yola girecek.”

“Evet, yola girer. Su her zaman yolunu bulur.”

“Hazır tavsiyelerine başlamışken Umut'u da yola soksana. Kaç gündür suratı beş karış geziyor.”

“Onun derdini biliyoruz ama çözümü bilmiyoruz ki. Yunus ile konuşmuyorlarmış.”

“Kavga mı etmişler.”

“Hayır, ama ikisi de diğerini aramıyormuş. Neyin gururu bu anlamadım.”

“Belki bir şey olmuştur? Çocuk hastadır belki?”

“O kadarına burnumu soktum. Bugün Erhan Beye sordum, o da iyi olduğunu işe gidip geldiğini söyledi. Ben de Umut'a söyledim daha da asıldı yüzü.”

“Neden?”

“Hem iyi olup hem de onu aramıyor diye. Kendisi de iyi ve Yunus'u aramıyor! Hiç bilmiyorum canım, onların işi nasıl düzelir? Neyse onlar da, ya çözerler ya da çözemezler.”

“İyi, desene bekleyeceğiz yüzünün düzelmesini.”

“Umut kısa sürede toparlanır. Toparlanmazsa toparlarız.”

“Abla, sen bizi güldürmeyi başarıyorsun ama sen neden gülmüyorsun?”

“Gülüyorum.”

“İçten, isteyerek, ağız dolusu güldün mü hiç?”

“Tabii ki güldüm. Ne yani ben hiç gülmüyor muyum?” Bu soruyu sorarken o kadar ciddiydi ki Onur, tebessüme etti. Sonra yine ciddileşti,

“Eniştem öldüğünden beri gülmedin. Acını anlıyorum ama artık sen de normal bir yaşama dönsen? Etrafında pervane olan bir sürü erkek var. Neden sen de kafanı kaldırıp bakmıyorsun? Hem ne benim gibi ders derdin var, ne de Umut gibi 'biz sadece arkadaşız' diyeceğin bir durum var.”

“Kimmiş benim bilmediğim pervanelerim?”

“Ay abla, en başında Doktor Uğur var. Gerçi onunla zor olur. İki Uğur bir arada komik olursunuz.” Uğur'un adını duyunca o özledikleri içten gülüşlerinden birini yolladı Onur'a.

“Ay kızım sen deli misin? Uğur ile ben gerçekten arkadaşız. Hem o hayatının aşkını buldu.”

“Öyle mi? AA ben onun sana âşık olduğundan emindim neredeyse.”

“Demek ki daha aşkı ayırt edemiyorsun. Git biraz daha çalış.”

“Ya Harun?”

“Harun mu? Yok, daha neler?”

“Eh ben lafımı dedim. Gidip biraz aşk... Aman ne aşkı ders çalışayım.”

“Senin ne çalışacağın belli!  Git kafanı toparla da sınıfa rezil olma.”

“Tamam, sonra da uyurum. İyi geceler.”

“İyi geceler.”

Onur odadan çıktıktan sonra, kitap okumak yerine bir süre televizyon izledi. Sonra kızların odasının ışığı yanıyor mu diye baktı. Işığı görünce kapıyı çalıp girdi içeri. Umut pijamalarının üstüne giydiği hırka ile camının önündeki koltuğu bağdaş kurmuş, elindeki kahveyi yudumluyordu. Onur odada değildi. Yine salona inmiş olmalıydı ders için.

“Gel abla. Uykun mu kaçtı?”

“Yoo, saat daha erken. Saatin farkında değilsen kafan nerelerde? İşte mi bir şey oldu?” Zarf attığı belli olmasın diye çok doğal bir konuşma yapmaya çalışıyordu.

“Ya evet. Hesaplarda hata var.” Yalan değildi ama derdi de hata değildi. Ablasına aklından geçenleri söylese ne diyeceğini bilemiyordu.

“Çözersin. Takma kafana.”

“Elbette çözerim. Zaman lazım.”

“Zaman mı?”

“Evet, biraz zaman bulursam çözerim. Belki hafta sonu da çalışırım. O zaman hallolur.” Bu hafta sonu çalışıp kafasını işe verse de her hafta sonu çalışacak kadar işi nereden bulacaktı? Kendini meşgul edecek bir şeyler ya da birilerine ihtiyaç vardı. Birileri? Yok, kafası kimseyi kaldıracak durumda değildi. Bunu daha öncede düşünmüş ve olmayacağına karar vermişti. En iyisi yapacak şeyler bulmalıydı. Babasına yardım etse? Yıllardır şu tahtaları oymaktan sıkılmadığına göre kendisi de zevk alabilirdi.

“Abla, babamla oyma işlerine mi başlasam?”

“Ciddi misin?”

“Ya ne bileyim? Sanki böyle el işi gibi bir şeyler yapsam stresimi atarmışım gibi geliyor... Bu aralar işler çok yoğun da ondan.”

“Eğer babamla çalışırsanız senin yaptıklarını da kermeste satarız. Kek börek gibi şeyleri de ben yaparım. Böylece daha çok para toplarız.”

“Abla ya dalga geçme. Ben öğrenene kadar beş kermes geçer. Ama bir şeylerle oyalanmam lazım.”

“Neden?”

“Nedeni yok. Sadece kafamı dağıtmak için.”

“Tamam canım. Öğretsin babam. Böylece ona da yardımın olur. Gerçi bu aralar Alihan Bey ile kahvelerde buluşuyorlar falan. Eskisi kadar uğraşmıyor o işlerle. Yarım kalanlarını sen tamamlarsın.” Uğur içten içe dalga geçse de, kardeşinin fark etmediğini görüyordu. Umut, aklını dağıtmanın yolunun oyma işleri ile uğraşmak olduğunu sanıyorsa yanılıyordu!

“Evet, kesin öğrenmeliyim.”

“Hadi iyi geceler. Sabaha görüşürüz.” 

***** 

Alınan kararlar ne olursa olsun, vazgeçilmesi kaçınılmazdı.

Cuma günü, Yunus elinde telefon odasında bir aşağı bir yukarı yürürken son bir haftadır sesini duymadığı kadını aramak için bahane arıyordu. Daha bir hafta önce asla bahaneye ihtiyaç duymaz, rahatlıkla, sesini duymak için aradım, diyebilirdi. Oysa şimdi bunu dediği zaman duygularını belli edeceğinden korkuyor ve o tuşlara basamıyordu.

Erhan, bir haftada iki kez Uğur'u görmüş ama Umut hakkında bilgi almamıştı. Yunus sorup da Umut hakkında bir şey konuşmadıklarını öğrenince bozulmuş, Erhan da, sen neden aramıyorsun anlamıyorum, düne kadar aramaktan çekinmiyordun, demişti. Haklı olması sözlerinin kabul edilir olmasını gerektirmiyordu. Arayabilse arardı. Ama sesini duymak yetmeyecekti. Yüzünü görmek isteyecekti. O da yetmeyince dokunmak... Lanet olsun! Ne demek dokunmak? Yunus cama döndü tekrar. Elini yumruk yapıp pervaza vurduğunda canı yanınca kendine gelmişti.

'Bu böyle olmayacak, Gaziantep de nasılsa İbrahim'e yardım lazım. En iyisi ona yardıma gideyim', diyerek takvimi önüne çekti. İzin alacak ve en kısa sürede uzaklaşacaktı.

Akşam işten çıkarken hafta sonu için gerekli ayarlamaları yapmıştı. İki hafta izin almıştı. Pazar uçacaktı!


*****  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder