İbrahim
bir gün sonra güvenli bir şekilde kendisine ulaşacak olan evrakları beklemekten
başka bir şey yapamayacağını biliyordu. Doğru iz üzerindeydi, bundan emindi.
Emin olduğu diğer nokta ise Erhan'ın Zeycan ile alakasının ağabeylikten öte
olmadığıydı. Arkadaşı kendisine şaka yollu takılmıştı. Bu da içini
rahatlatmıştı.
Resmi
yine Fuat'a yollamıştı. Araştırma konularından ondan başkasına güvenemezdi.
Dikkatli ve hızlıydı. Çoğu zaman illegal yollarla hedefe ulaşsa da o yolları
legal hale getirmeyi de bilirdi.
Otel
odasındaki yatağına uzandığında aklında ne o gün girdiği sinir bozucu dava, ne
de dosyalar dolusu evrakta çıkacak bilgiler vardı. Tek düşündüğü güzel gözlü
Zeycan'dı.
Genç
kızın yaşamı, bulunduğu şehir için çok rahat olarak nitelendirilebilirdi. Yine
de akşam yemeğine çıkamayacağını biliyordu. Ağabeylerinin buna izin vereceğini
aklından bile geçiremiyordu. Gerçi davet etse de Zeycan'ın kabul edeceğini
sanmıyordu. Erhan kardeşi gibi görse de Zeycan'ın ona daha farklı duygular
beslediği ortadaydı. Erhan'ın adının her geçişi gözlerinin bambaşka parlamasına
neden oluyor, hatta bazen dolu dolu olan gözleri ile uzaklara dalışı kalbini
dağlıyordu. Bir gün o gözler kendisi için de öyle bakabilir miydi? Ümit
etmekten başka elinde ne vardı?
*****
Umut,
günlerdir suskundu. Evde doğru düzgün konuşmuyordu. Bazen dalıyor, kendisine
sorulan soruları bile duymuyordu. Uğur ile Onur o zamanlarda birbirlerine bakıp
göz kırpıyor ama Umut'a ilişmiyordu.
Umut,
artık kabullenmesi gerektiğinin farkındaydı. Ama adını koymak dönüşü olmayan
yola girmek değil miydi? Şimdi inkar edebildiği her şeyi kabullenmek değil
miydi? Bunu nasıl çözebileceğini nasıl aşabileceğini bilmiyordu. Yunus ile
görüşmek istiyor, görüşürse duygularını belli edeceğinden korkuyordu. Lanet
olsun ki şu an etrafında tek bir erkek bile yoktu! Birileri olsa en azından bir
iki kez çıkar belki de Yunus hakkında düşündüklerini kafasından atabilirdi.
*****
Hasan
Bey ortanca kızının düşünceli hallerini fark etse bile sormuyordu.
Bir
süre üç kızını da seyretti. Sonra çalışma odasına geçti. Yıllardır ahşap oyma
işleri ile uğraşıyordu. Hem kafasını dağıtıyor hem de vakit geçiriyordu.
Masasına oturup, tozları içine toplasın diye özel hazırladığı örtüsünü kucağına
yaydı. Kıl testere ile çalıştığı duvar saatinin oymalarını yapmaya devam etti.
Bir süre sonra düşünceleri kızlarına kaydı yine...
Genç
kızlığa geçişlerinde epey zorluk çekmişti. Hatta bir dönem ablasından yardım
istemişti. Ara sıra yine akıl danışırdı ama artık ablası da çok yaşlandığı ve
zamanın çok gerisinde kaldığı için ondan alacağı taktiklerin işine pek
yaramadığını görüyordu. İki kızının da, yuvadan uçma yaşlarının gelip
geçtiğinin farkındaydı. Umut, ablasının dul kalmasından sonra hayata farklı
bakmaya başlamıştı.
Bazı
arkadaşları haber yollamış kızları için talipler çıkmıştı. Karısı hayatta
olsaydı, ona gelecek olan bu haberleri kızlara iletmekte çok zorlanmıştı en
başlarda. Zamanla alışmış, kızlarının yerine bile yanıt verir olmuştu. Ama
artık Umut yirmi yedi, Onur da yirmi üç yaşına gelmişti. Yakında kapısını
gerçekten kızları için uygun birilerinin çalacağından emindi. Elbette o kapıyı
çalanların önce kızlarının kalbini çalması gerekiyordu. Ama bu kızlar bu
kafayla evlenemeyecek diye de korkuyordu.
Uğur
için ise hiçbir hedefi yoktu. Atilla ölümü ile kızını da mezara sokmuştu. Bazen
kızında yine o eski neşeli Uğur'un kıpırtılarını görse de o kadar hızlı yok
oluyordu ki o kıpırtılar, yanıldığın sanıyordu. Büyük kızının yine gülebilmesi,
gerçekten nefes alabilmesi için dua ediyordu.
Böyle
zamanlarda en çok karısını arıyordu. Ama tek başına devam etmek zorundaydı!
Karısını
her anımsadığında olduğu gibi kalbi titremeye başladı. Çok küçüktü onu ilk
gördüğünde. Daha on dördündeydi. Ortaokula giderken görmüştü, Nadide'sini. Üç yıl yolunu gözlemiş, kalbini açamamıştı.
Nadide on yedisine girdiğinde çıkmıştı ilk kez karşısına. O zaman dile dökmüştü
aşkını. Nadide ise gülmüştü yüzüne.
O
anlara gittiğinde gözlerinden süzüleni engelleyemedi. Nasıl kırmıştı kalbini?
Nasıl da alay etmişti? Ama çok sonra anlamıştı o alayların ardında yatanın
korku olduğunu. Haftalarca kendi kendini yemiş bir daha adını anmayacağım,
demişti. Ama bir gün ayakları onu Nadide'nin okul yoluna götürmüştü.
Haftalardır görmediği sevdiğini okulun son günü görmek istemişti. Artık tatil
gelmişti. Ailesi yazlığı gittiğinde zaten üç ay göremeyecekti. Dayanamazdı o
kadar zaman görmemeye. Okulun kapısını gören, her zaman durduğu noktada
beklemeye başladı. Nadide onu göremezdi burada. Onu uzaktan bile olsa son kez
görmek istemişti.
Okul
kapısından çıktığında yanında birkaç arkadaşı vardı. Kızlarla yürüyor ama
gözleri ile etrafı tarıyordu. O sırada yanına yaklaşan bir erkek ile konuşmaya
başladığını gördüğünde kalbi acımıştı. Kıskançlıkla içi yanmıştı. Onların
hallerini izlemek istemediği için arkasını dönüp yürümeye başlamıştı. Kendine
lanet ediyordu. Neden görmek için gelmişti ki. O değil miydi kendisine gülen? O
değil miydi sevgisi ile alay eden? Kendisi o kadar acı çekerken o değil miydi
başka erkeklerle rahat rahat konuşup gülüşen? O zaman onun için acı çekmenin
gereği yoktu. Acıları aşacağından emin evin yolunu tuttu.
Elli
metre kadar yürüdüğünde arkasında hafif ayak sesleri duydu. O sesler koşan bir
kadının ayak sesleri gibiydi. Biri kolundan tutup kendisini çevirdiğinde boş bulunup
sendelemiş, çevireni de düşürecek şekilde dengesini yitirmişti. Düşmesin diye
kollarına yapıştığı kişi Nadide'si idi. Gözlerinde yaşlarla kendisine
bakıyordu.
“Gelmişsin!
Nihayet gelmişsin! Haftalardır yoktun.”
“Ne?
Neler söylüyorsun?”
“Haftalardır
bakıyordum beni izlediğin köşeye. Hep boştu!”
“Ne?
Sen benim izlediğim köşeyi nereden biliyorsun?”
“Burası
lise. Biri birilerini izlerse mutlaka tüm okulun haberi olur.”
“Ne
yani, seni izlediğimi tüm okul biliyor mu?”
“Tabii,
hatta bir adın bile var 'gizli âşık'”
“Kim
demiş âşık olduğumu?”
“Değil
misin?”
“Ben,
sevgimi söylediğimde yüzüme gülen birine âşık olamam.”
“Ya
o gülen de sana aslında âşıksa? Hala inat eder misin?”
“Nadide,
benimle yine alay edeceksen burada keselim. Seni tatile gitmeden görmek istedim
geldim gördüm. Ama ne senin ne de okuldaki arkadaşlarının daha fazla maskarası
olamam.”
“O
zaman gerçekten sevdiğime inandırmam lazım. Çok inatçısın biliyor musun? Tam
dört hafta üç gün oldu gelmeyeli. Ondan önce de tam üç yıl hemen her hafta beni
izledin. Tüm o yıllar boyunca sen üniversitede olduğun için erken çıktığın ve
beni görmeye geleceğin günleri bilerek seni bekledim. Hep bana açılmanı umdum.
O yıllar çok küçüktüm ama pek de bir şey fark etmeyecekti. Liseye geçtiğim yıl
sen de son sınıfa geçtin. O kadar üzülmüştüm ki. Üniversitede birileri seni
ayartacak artık beni görmeye gelmeyeceksin diye. Ama bir gün kızlardan biri
senin geldiğini söyledi. Beklediğin köşeyi tarif etti. Bir başka kız o akşam
bana aynası ile seni gösterdi. Gördüğün gibi bizleri asla küçümsememen lazım! ”
Hasan
Bey o konuşmayı nasıl da soluksuz dinlediğini anımsadı. Yaşların süzüldüğü
yanaklarında bu kez gülümsemenin kıvrımları oluştu. Nadide'si adı gibiydi. Onun
tek cümle ile söylediği aşkının karşılığını koca bur nutuk ile vermişti. O yaz
ailesi ile tatile gitmemek için iş bulmuş, Hasan'ın yanında kalmıştı. Hasan, erteleyip
durduğu askerliğini en sonunda yapmış, o ayrılık ikisini de çok üzmüştü. Ama
askerlik sonrası iş bulması ve Nadide'yi istemesi ile işler hızlanmış, bir yıl
içinde evlenmişlerdi.
Nadide
ilk çocuğun haberini verdiği gün Hasan ilk terfisini almıştı. Bebeklerinin
uğurlu geldiğine karar veren karı koca, koyacakları adı bulmuştu bile! Uğur.
İki
yıl sonra ikinci bebek haberi geldiğinde ise Hasan Bey kendi işini kurmak
istiyordu. Bebek haberi ile bundan vazgeçmeye niyetlenmişti. Sabit maaş hiç
yoktan iyiydi. Ailesinin geçimi için belirsizliklerle boğuşmak zorunda
kalmayacaktı.
Oysa
Nadide öyle düşünmüyordu. İnsanların umutları olmazsa yaşayamayacağını söyleyip
duruyordu. Umut ettikleri gibi, işleri yolunda gitmişti. Ama bu kez karı koca
arasında ufak bir sorun çıkmıştı. Bu kez bebeğin adının ne olacağına karar
veremiyorlardı. Umut mu? Ümit mi? En sonunda kız olursa Umut, erkek olursa Ümit
koymaya karar veren ikili, ikinci kızları ile karşılaştılar.
Hasan
Bey, ortanca kızının halini düşündükçe gülüyordu. Okul yıllarında o da Uğur
gibi az kök söktürmemişti erkek arkadaşlarına. Bazen ablası ile konuştuğunda
'Nadide'ye de sana da söyledim, bu kızlara erkek adı verip erkek gibi yaptınız,
diye. Tüm kabahat sizde.' derdi. Oysa o kızlarının bu halinden memnundu. Çok
erkeğin aksine kız çocuklarını çok severdi. İki erkek kardeşi vardı. Aile
adının devamını onlar düşünsün derdi. Ama Nadide, tüm bu sözlere rağmen kocası
için erkek çocuk doğurmayı istiyordu.
Onur'un
adı ise karısı ile yaptığı son kavganın eseriydi. Nadide 'Kardeşlerinin
oğulları var. Senin de bir oğlun olsa kötü mü olur? Neden üçüncü çocuğu
istemiyorsun anlamıyorum. Allaha şükür maddi gücümüz yerinde. Ben de doğuracak
kadar sağlıklıyım. Bir kez denesek ne olur?' dediğinde, 'Benim kimseye bir şey
ispatlamaya niyetim yok. İki kızımı da kimselere değişmem. Ben istemiyorum
erkek çocuk. İşte o kadar!'
Son
sözü söylediğini sandığı o an karısının bıyık altından gülmesi ile kendisine
gelmişti. 'Sen zaten hamilesin değil mi? Anlamalıydım?'
'Hasanım
tek istediğim senin de onur duyacağın bir oğlunun olması. Elbette kızlarının
yerinin ne kadar başka olduğunu biliyorum. Ama bir oğlun olsa fena mı olur?
Bakalım bu üç numara nasıl bir şey olacak?'
Onur...
Ailesini onurlandıran üç numara ablalarının pabucunu dama attığı an nasıl bir
felaket olduğunu göstermişti. İşte o kazandibi en yaramazlarıydı. Daha iki
yaşına girdiğinde annesini bezdirmeye başlamıştı. Hasan Bey ise her seferinde
'al sana oğlan' diyordu karısını kızdırmak için. Üç kızdan sonra karısı da
artık vazgeçmişti erkek çocuk aramaktan.
Doğum
kontrol haplarının pek işe yaramadığını, düzenli kullanamadığı için hamile
kaldığını söyleyip spiral taktırmak için doktora gittiğinde Onur iki yaşını
yeni doldurmuştu. Kadın doğum uzmanı, kendisinden bir sürü test isteyince
tedirgin olmuştu. Ama hemen testler yapılmıştı. Çok geç teşhis edilen rahim
kanseri metastaz yapmış, birçok yere dağılmıştı. Teşhisten bir yıl sonra
gözlerini yumduğunda Hasan Bey de hayata gözlerini yummayı istemişti. Ama üç
kızı onu hayata bağlamıştı. En büyüğü dokuz yaşında olan üç kızla başa çıkmak
için hemen evlenmesini isteyenleri elleri ile öldürmek istemişti. Nadide'den
sonra bir başka kadına 'karım' demek mümkün müydü? İnsanlar ne kadar hafife
alıyordu bu aşkı. Biri ölür ölmez duygular da ölüyor mu sanıyorlardı?
En
bariz örneklerden biri Uğur'du. O da babasına mı benzemişti? Kendisine her huyu
benzese de bu huyu benzemesin istiyordu. Kendisi üç kızı ile hep karısıyla
birlikte yaşamıştı aslında. Ama Uğur, kardeşleri evlendiği, kendisi gözlerini
kapattığında yalnız kalacaktı. Bunu asla istemiyordu. Bir gün... Bir gün onun
da yeniden yaşamasını sağlayacak biri karşısına çıkar diye umuyordu.
Düşüncelere
daldığında elinden bıraktığı testereyi tekrar eline alıp oymasına geri döndü.
*****
“Abla,
biraz konuşabilir miyiz?”
“Onur,
gel ablam. Konuşalım tabii.”
Uğur,
kendi odasında kitap okuyordu. Üzerinde, atmaya kıyamadığı solmuş sarı
pijamaları ile yirmi dokuz değil en fazla on altı gibi duruyordu. Onur, kapıdan
kısa süre seyrettiği ablasının kendisini fark etmediğini görünce seslenmişti.
Uğur, kitabını kapatıp yatağının başına sırtını dayadı. Ayakucuna ilişen Onur
bir süre sustuktan sonra konuşmaya başladı.
“Abla,
sen enişteme âşık olduğunu nasıl anladın?”
“Nasıl
mı anladım? Bilmem. Onu gördüğümde sanırım dünyanın rengi değişiyordu.
Saatlerce sadece onu düşünebilir, yemeden içmeden yaşayabilirim gibi geliyordu.
Tabii öyle olmuyordu ama kendimi öyle hissediyordum. Yoksa senin de dünyanın
rengini değiştiren mi var?”
“Hayır.
Dünya hala aynı renk ama iş düşünmeye gelince, evet hep aklımda. Ama ben böyle
olsun istemiyorum.”
“Neden?”
“O
iyi biri. Daha önce çıktığım kimse gibi
değil. Gerçi kaç kişi ile çıktım ki? Ama olsun işte onlar gibi değil. Yine de
ben bir daha çıkmak istemiyorum.”
“Onur'cuğum,
seni doğru mu anladım? Sedat, daha önce çıktıkların gibi değil, hep onu
düşünüyorsun, hatta âşık olduğunu bile sanıyorsun ama görüşmek istemiyorsun.
Öyle mi?”
“Evet...
A Sedat mı? Ben Sedat demedim ki!”
“Sedat
değil yani seni bu hale sokan?”
“Yok,
Sedat da yani ne bileyim. Hani o senin hastanın kardeşi ya. Adını anmak tuhaf
geliyor.”
“Boş
ver benim hastamı. Sen ve o kendinizden mesulsünüz. Ama ben hala anlamadım,
neden görüşmek istemediğini!”
“Çünkü
onu düşünmekten ders çalışamadım. Bugünkü sınavım çok kötü geçti. Ben son
sınıfta bu hale gelmemeliydim. Dün de hocamın sorduklarına öyle saçma yanıtlar
verdim ki, neyim olduğunu sordu. Diyemedim aklımda biri var hastayı düşünmedim
diye. Böyle bir şey benim mesleğimde affedilemez. Okulu, birini kafama takıp
hastalarımın sağlığı ile oynamak için okumadım. Bu iş yürümez. Hafta sonu
davetini reddedeceğim.”
“Sen
bilirsin.”
“Bu
kadar mı?”
“Ne
bu kadar mı?”
“Bana
tavsiyen bu kadar mı? Sen bilirsin dedin çıktın işin içinden.”
“Ablam,
inan senden daha doğru kimse karar veremez. Sedat gerçekten iyi birine
benziyor. Seninle de ilgili olduğu belli. Ama senin kafanı karıştıran neyse o
çözülmeden doğru hareket etmeni beklemek pek mantıklı değil. Önce düşün,
kararını netleştir sonra da uygula.”
“Doğru
söylüyorsun. Benim aklımı meşgul eden de bu belirsizlik. Kararımı verdiğimde
her şey yola girecek.”
“Evet,
yola girer. Su her zaman yolunu bulur.”
“Hazır
tavsiyelerine başlamışken Umut'u da yola soksana. Kaç gündür suratı beş karış
geziyor.”
“Onun
derdini biliyoruz ama çözümü bilmiyoruz ki. Yunus ile konuşmuyorlarmış.”
“Kavga
mı etmişler.”
“Hayır,
ama ikisi de diğerini aramıyormuş. Neyin gururu bu anlamadım.”
“Belki
bir şey olmuştur? Çocuk hastadır belki?”
“O
kadarına burnumu soktum. Bugün Erhan Beye sordum, o da iyi olduğunu işe gidip
geldiğini söyledi. Ben de Umut'a söyledim daha da asıldı yüzü.”
“Neden?”
“Hem
iyi olup hem de onu aramıyor diye. Kendisi de iyi ve Yunus'u aramıyor! Hiç
bilmiyorum canım, onların işi nasıl düzelir? Neyse onlar da, ya çözerler ya da
çözemezler.”
“İyi,
desene bekleyeceğiz yüzünün düzelmesini.”
“Umut
kısa sürede toparlanır. Toparlanmazsa toparlarız.”
“Abla,
sen bizi güldürmeyi başarıyorsun ama sen neden gülmüyorsun?”
“Gülüyorum.”
“İçten,
isteyerek, ağız dolusu güldün mü hiç?”
“Tabii
ki güldüm. Ne yani ben hiç gülmüyor muyum?” Bu soruyu sorarken o kadar ciddiydi
ki Onur, tebessüme etti. Sonra yine ciddileşti,
“Eniştem
öldüğünden beri gülmedin. Acını anlıyorum ama artık sen de normal bir yaşama
dönsen? Etrafında pervane olan bir sürü erkek var. Neden sen de kafanı kaldırıp
bakmıyorsun? Hem ne benim gibi ders derdin var, ne de Umut gibi 'biz sadece
arkadaşız' diyeceğin bir durum var.”
“Kimmiş
benim bilmediğim pervanelerim?”
“Ay
abla, en başında Doktor Uğur var. Gerçi onunla zor olur. İki Uğur bir arada
komik olursunuz.” Uğur'un adını duyunca o özledikleri içten gülüşlerinden
birini yolladı Onur'a.
“Ay
kızım sen deli misin? Uğur ile ben gerçekten arkadaşız. Hem o hayatının aşkını
buldu.”
“Öyle
mi? AA ben onun sana âşık olduğundan emindim neredeyse.”
“Demek
ki daha aşkı ayırt edemiyorsun. Git biraz daha çalış.”
“Ya
Harun?”
“Harun
mu? Yok, daha neler?”
“Eh
ben lafımı dedim. Gidip biraz aşk... Aman ne aşkı ders çalışayım.”
“Senin
ne çalışacağın belli! Git kafanı toparla
da sınıfa rezil olma.”
“Tamam,
sonra da uyurum. İyi geceler.”
“İyi
geceler.”
Onur
odadan çıktıktan sonra, kitap okumak yerine bir süre televizyon izledi. Sonra
kızların odasının ışığı yanıyor mu diye baktı. Işığı görünce kapıyı çalıp girdi
içeri. Umut pijamalarının üstüne giydiği hırka ile camının önündeki koltuğu
bağdaş kurmuş, elindeki kahveyi yudumluyordu. Onur odada değildi. Yine salona
inmiş olmalıydı ders için.
“Gel
abla. Uykun mu kaçtı?”
“Yoo,
saat daha erken. Saatin farkında değilsen kafan nerelerde? İşte mi bir şey
oldu?” Zarf attığı belli olmasın diye çok doğal bir konuşma yapmaya
çalışıyordu.
“Ya
evet. Hesaplarda hata var.” Yalan değildi ama derdi de hata değildi. Ablasına
aklından geçenleri söylese ne diyeceğini bilemiyordu.
“Çözersin.
Takma kafana.”
“Elbette
çözerim. Zaman lazım.”
“Zaman
mı?”
“Evet,
biraz zaman bulursam çözerim. Belki hafta sonu da çalışırım. O zaman hallolur.”
Bu hafta sonu çalışıp kafasını işe verse de her hafta sonu çalışacak kadar işi
nereden bulacaktı? Kendini meşgul edecek bir şeyler ya da birilerine ihtiyaç
vardı. Birileri? Yok, kafası kimseyi kaldıracak durumda değildi. Bunu daha
öncede düşünmüş ve olmayacağına karar vermişti. En iyisi yapacak şeyler
bulmalıydı. Babasına yardım etse? Yıllardır şu tahtaları oymaktan sıkılmadığına
göre kendisi de zevk alabilirdi.
“Abla,
babamla oyma işlerine mi başlasam?”
“Ciddi
misin?”
“Ya
ne bileyim? Sanki böyle el işi gibi bir şeyler yapsam stresimi atarmışım gibi
geliyor... Bu aralar işler çok yoğun da ondan.”
“Eğer
babamla çalışırsanız senin yaptıklarını da kermeste satarız. Kek börek gibi
şeyleri de ben yaparım. Böylece daha çok para toplarız.”
“Abla
ya dalga geçme. Ben öğrenene kadar beş kermes geçer. Ama bir şeylerle oyalanmam
lazım.”
“Neden?”
“Nedeni
yok. Sadece kafamı dağıtmak için.”
“Tamam
canım. Öğretsin babam. Böylece ona da yardımın olur. Gerçi bu aralar Alihan Bey
ile kahvelerde buluşuyorlar falan. Eskisi kadar uğraşmıyor o işlerle. Yarım
kalanlarını sen tamamlarsın.” Uğur içten içe dalga geçse de, kardeşinin fark
etmediğini görüyordu. Umut, aklını dağıtmanın yolunun oyma işleri ile uğraşmak
olduğunu sanıyorsa yanılıyordu!
“Evet,
kesin öğrenmeliyim.”
“Hadi
iyi geceler. Sabaha görüşürüz.”
*****
Alınan
kararlar ne olursa olsun, vazgeçilmesi kaçınılmazdı.
Cuma
günü, Yunus elinde telefon odasında bir aşağı bir yukarı yürürken son bir
haftadır sesini duymadığı kadını aramak için bahane arıyordu. Daha bir hafta
önce asla bahaneye ihtiyaç duymaz, rahatlıkla, sesini duymak için aradım,
diyebilirdi. Oysa şimdi bunu dediği zaman duygularını belli edeceğinden
korkuyor ve o tuşlara basamıyordu.
Erhan,
bir haftada iki kez Uğur'u görmüş ama Umut hakkında bilgi almamıştı. Yunus
sorup da Umut hakkında bir şey konuşmadıklarını öğrenince bozulmuş, Erhan da,
sen neden aramıyorsun anlamıyorum, düne kadar aramaktan çekinmiyordun, demişti.
Haklı olması sözlerinin kabul edilir olmasını gerektirmiyordu. Arayabilse
arardı. Ama sesini duymak yetmeyecekti. Yüzünü görmek isteyecekti. O da
yetmeyince dokunmak... Lanet olsun! Ne demek dokunmak? Yunus cama döndü tekrar.
Elini yumruk yapıp pervaza vurduğunda canı yanınca kendine gelmişti.
'Bu
böyle olmayacak, Gaziantep de nasılsa İbrahim'e yardım lazım. En iyisi ona
yardıma gideyim', diyerek takvimi önüne çekti. İzin alacak ve en kısa sürede
uzaklaşacaktı.
Akşam
işten çıkarken hafta sonu için gerekli ayarlamaları yapmıştı. İki hafta izin
almıştı. Pazar uçacaktı!
*****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder