11 Haziran 2015 Perşembe

BUZDAKİ ATEŞ 18. Bölüm



“İbrahim Bey, size bir resim ulaştıracağım. Bugün postadan çıktı. Adıma gelmiş.  Arkasında da, Celal ağabeyimden bir not var.”

“Zeycan Hanım, ne resminden bahsediyorsunuz? Nasıl bir not?”

“Önlü arkalı tarayıcıdan geçirip göndereceğim. Daha Antep'e dönmediniz sanırım?”

“Hala dönmedim. Mahkemem var. Mahkeme akşamı uçakla geleceğim.”

“Ben de o yüzden aradım. Bunun size ulaşması önemli. İbrahim Bey... Sanırım ağabeyim gerçekten kaçmış. Hep kaçırıldığı, istemeden birilerinin elinde olduğunu düşünüyordum. Ama bu resim her şeyi değiştirdi.”

“Zeycan, hemen yollar mısın bana o resmi? Bir de ben inceleyeyim. Başka kimseye söz ettin mi?” Zeycan'a hitap ederken o heyecanla sadece adını söylemişti. Zeycan da fark etmemişti galiba!


“Hayır. Ağabeylerim evde yoktu. Yengeme de ben göstermedim. Ama ağabeylerime göstermem gerekir diye düşünüyorum.” Sesi korku ve hayal kırıklığı doluydu.

“Bir süre kendine saklar mısın bu bilgiyi? Dört gün sonra mahkeme var. Lütfen en azından o güne kadar sakla. Ya da... Ya da benden haber gelene kadar sakla.”

“Tamam, ama ne olur güzel şeyler söyleyin bana. Bu resmin beni kandırmak için yollandığını söyleyin. Ağabeyimin, ben üzülmeyeyim diye böyle yaptığını söyleyin.” O an telefonun ucunda yirmi üç yaşında bir genç kız değil sekiz yaşında bir kız çocuğu vardı. Sesindeki korku İbrahim'i üzdü. Yanında olmak istediğini biliyor ama bir şey yapamıyordu.

“Sen resmi yolla da bakalım o resim gerçek mi fotomontaj mı? Biraz da biz inceleyelim. Sen de çok üzülme. Çözülecek her şey.”

Zeycan, evde tarayıcı olmadığı için, bir bahane ile çarşıya indi. Gittiği internet kafe, genelde gençlerin ders amaçlı geldikleri bir yer olduğundan dikkat çekmemişti. E-postayı yollar yollamaz yine telefon açtı, haber verdi.

İbrahim, e-postayı açtığında hiç ummadığı bir resim ile karşılaştı. Celal ile Burhan, aynı masada, Celal'in kucağında oğlu ve karşısında karısı ile yemek yiyorlar!

Bulundukları yerin arkasındaki pencere bir bahçeye bakıyordu. Şömine ateşi resmin bir kısmını hafif kırmızıya boyuyordu. Bahçenin büyüklüğü ve ağaçlarla bezeli olması orasının müstakil bir çiftlik evi olabileceği hissini uyandırıyordu. İbrahim, resmin arka yüzündeki notu okuduğunda oldukça şaşırdı.

“Zeycan'ım, ağabeylerinin sözünden çıkma. Bir gün görüşürüz nasılsa.”

Bu ne demek olabilirdi ki? Neden Zeycan ağabeylerinin sözünden çıkmayacaktı? Ne istiyorlardı kızdan? Bir şey mi ima ediliyordu? Yeniden resme döndü. Resim, hiç de kaçırılmış birilerinin resmi değildi. Kameraya bakan üçlü mutlu gözüküyordu. Masada rakılar ve mezeler vardı. Resmin altındaki tarih yılbaşı gecesini gösteriyordu. Bir gece önce!

İbrahim, resmin incelemesine devam ederken, Erhan'a bilgi vermesi gerektiğini düşünüyordu. Ama hemen anlatmasının ne yararı olacaktı? Yarını beklese? Çarşamba günü zaten mahkeme vardı. Ama bu resimler eğer savcılığa da gitti ise o davanın bitme ihtimali hiç kalmamıştı. Başı zonkluyordu. Resmi ortaya çıkartsa arkadaşının davası iyice çıkmaza girecekti.

Mahkemeye hazırlanmak için çantasından diğer dosyayı çıkarttı. Devam eden davaları yüzünden bu aralar epey yolculuk yapması gerekiyordu. Yılbaşı için ailesinin yanına gitmiş, oradan sabah erkenden İzmir'e uçmuş otele yerleşmişti. Pazartesi günü mahkemeye çıkacak ve bu kez de Gaziantep'e uçacaktı. Zeycan'ı ise ne zaman göreceği belli değildi.

***** 

Pazar gününü evlerinde geçirenler iş başı yapmıştı. Yunus, cumartesi günü Umut ile konuştuktan sonra bir daha aramamıştı. Zaten Sedat'ın dedikleri beyninde dolanıyordu. Umut arkadaşıydı. Sadece kardeşi ve başka erkeklerin onu üzmesini istemediği için öyle konuşmuştu. Yoksa âşık falan değildi. Umut ona emanetti!

Pazar günü iki arkadaş görüşmemişti. Bugün arar diyordu. Ama öğlen olduğunda henüz aramamıştı Umut. İşi çoktur, o nedenle aramamıştır diyerek, diğer avukatlarla öğlen yemeğine çıktı.

***** 

“Kızım, gül biraz, ne bu surat? Ne oldu? Kerem mi aradı yoksa yine?” Hep birlikte gittikleri lokantada sessizce yemeğini yemeye çalışıyordu. Oysa lokmalar boğazında düğümleniyordu.

Bu halini gören mesai arkadaşlarının nedenini sorması çok doğaldı. Onların merakını gidermesi gerekiyordu. Ama ne diyecekti?

“O iş bitti. Arayamaz artık.” Başka soru sormayın artık, diye geçirdi içinden. Lütfen sormayın. Ama kızlar iyi niyetle sorularına devam ettiler...

“O zaman bu suratın ne? Bir şeylere canın sıkılmış!”

“Yok bir şey. Sanırım yılbaşında çok içtim, daha atamadım üstümden.” Bu kuyruklu bir yalandı...

Gerçekten canı sıkkındı. Ama neye sıkıldığını bilmiyordu. Kızlar da üstüne geldikçe daha çok sıkılıyordu. Kendi bilmiyordu ki neyi olduğunu, nasıl anlatacaktı. Uğur'un dediklerinin canını sıktığını, ablasının saçmaladığını söylese kim ne anlayacaktı? Uğur da nereden etmişti o lafları? Bunca yıllık arkadaşına bakışı değişecek değildi ya? Tamam, Yunus yakışıklı ve çekici bir erkekti ama onun arkadaşıydı.  Kafasını bulandıranlara iyice sinirlenip yemeğine çatalı sapladı.

Zaten Yunus da hala aramamıştı!

***** 

Erhan, pazar günü başladığı maketin büyük bir kısmını tamamlamıştı. Alışkanlıklarını çok yitirmemiş olduğunu görmek mutlu ediyordu. Ana hatlarını tamamladığı uçağını kurumak için bir kenara bıraktı. Sırtında ağrı hissedince uzun zaman aynı şekilde kaldığını anlayıp kızdı kendisine.

Yarım saat sonra ağrısında azalma olmayınca doktorunu aramak zorunda kaldı. Annesine duyurmadan görüşmek zorundaydı. Aksi halde bir daha maketlerin başına oturamazdı.

“Uğur, merhaba, ben Erhan!”

“Buyurun, Erhan Bey!”

Erhan, yılbaşı gecesinden sonra yine resmiyet beklemiyordu. Şaşırsa da hemen toparlandı.

“Uğur Hanım, biraz ağrım var. Ne yapsam geçiremedim.”

“Ters bir hareket yapmadınız umarım?”

“Maket ile uğraşırken uzun süre aynı şekilde oturmuşum. Biraz yürüdüm, biraz uzandım ama ağrı azalmadı.”

“Ne zaman kalktınız masa başından?”

“Yarım saat kadar önce.”

“Bir yarım saat daha geçsin, bu sırada siz düz şekilde yatın. Yine geçmezse germe hareketlerinizi yapın.”

“Yine geçmezse?”

“O zaman gelirsiniz bir bakarız ama geçeceğini düşünüyorum. Zaten yarın seans var.”

Erhan, soğuk sese daha fazla dayanamadı. “Teşekkür ederim, geçmezse de yarına kadar ağrılar ile dururum. İyi günler.” diyerek kapattı telefonu. Aklından geçenleri dile getirse kadının kendisine hakaret davası açacağından emindi. Küfürlerini sessizce sıraladı. Sonra da doktorun dediğini yaptı. Yatağına uzandı. Ağrılarını düşünmek istemiyordu.

İlk kaza anından sonra umutsuzluğa kapıldığı bir iki gün çektiği ağrılarla şu an çektikleri arasında çok büyük fark vardı ama içindeki, kalıcı sakatlık korkusunu yok edemiyordu. Yapacağı ters bir hareketin tüm hayatını değiştireceği korkusu hep onunlaydı. Ama bu korkunun bile eskisi kadar şiddetli olmadığını biliyordu. Rahat hareket edemese bile birçok işini tek başına yapabiliyordu. Zamanla evin içinde daha rahat hareket edebilir olmuştu. Bir aya yakın bir zaman geçmişti. Altı ay sonra sorunsuz bir hayat yaşayacağını söylemişti doktorları. Demek ki bunun için beş ayı kalmıştı. Hayatının en uzun beş ayı...

Düşüncelere dalmışken ağrılarının hafiflediğini fark etti. Kısa süre sonra uyuya kalmıştı.

*****  

Pazartesi sendromu herkesi sarmıştı. O gün kimse mutlu değildi. Akşam masada kimsenin ağzını bıçak açmayınca Meliha Hanım da sessizliği tercih etti. Nadir olarak oğulları bu kadar sessiz olurdu. O da, hiç üstelemez dertlerini kendilerinin anlatmasını ya da halletmesini beklerdi. O gece ise bu sessizliği çalan telefon bozdu. Ev telefonu Alihan Beye yakındı.

“Bade, kızım? Sesini duymak çok güzel bir tanem... Ne olsun? Yemekteyiz. Ağabeylerinin susma gecesine denk geldin. Konuşmazlar sanırım seninle.” daha Alihan Beyin sözü bitmeden erkeklerden itiraz geldi. İki gün önce, yeni yıl için konuşmuş olsalar da kardeşlerini çok özlüyorlardı. Tüm gençlikleri Bade'yi kimin daha çok sevip koruyacağı yarışı ile geçmişti. En küçükleri Bade'nin kız arkadaşları, üç ağabeyi olduğu için üzülseler de, Bade çok mutluydu ağabeyleri olduğu için. Arada bir kısmetini kapatsalar da genelde karışmaz, korurlardı. Evleneceği erkeği seçtiğinde, ilk yaptığı ağabeyleri ile tanıştırmak oldu. Mustafa, bunu duyduğunda çok çekinmiş ama tanıştıktan sonra çok rahatlamıştı. Şimdi ise zorunlu hizmet için Elazığ da görev yapıyordu.

“Hepsinin dili açıldı. Konuşacaklarmış.” Babaları telefonu verip yerine oturdu.

Kardeşlerden sonra anneleri de konuştu. Kötü başlayan, o saate kadar kötü yaşanan pazartesi sonlanmış, Bade ile tamamlanan gece tatlanmıştı.

Sedat ile Yunus üst kata çıkarken herkese iyi geceler dilediler.

“Yarın geliyor mu?”

“Bilmiyorum! İnan bilmiyorum ve buna da sinir oluyorum. Ben yirmi dokuz yaşındayım. Yirmi üç yaşındaki bir kızın parmağında oyuncak oluyorum.”

“Oyuncak falan değilsin. Söyledim sana, kız ders çalışıyormuş gerçekten. Umut yalan söylemez. Gece gündüz ders çalışıyormuş. Çok sınavı varmış.”

“O zaman benim hiç şansım yok. Okul bitiyormuş bu yıl. Ama sonra da çok yoğun bir çalışma süreci başlayacak. E ben ne zaman göreceğim bu kızı?”

“Sen ciddi ciddi uzun vade düşünür oldun. Sedat, sen de biraz acele ettiğinin farkında mısın?”

“Yunus, ne acelesi? Ben yarın evleneceğim mi diyorum? Kızı görmek için vakit yok, diyorum. Doktorların nasıl çalıştığını hepimiz biliyoruz. Onur da zaten deli gibi ders çalışıyor. Eh böyle ders çalışan, okul bitince de böyle çalışmaya devam eder. O zaman ben de başka limanlara demir atmalıyım.”

“İyi olur. Haklısın, vazgeç en iyisi.” Yunus, Sedat'ın tepkisini bekliyordu. Sedat, önce şaşkınlıkla baktı. Sonra gülen Yunus'u görünce o da gülümsedi.

“Hayır, şansımı denemeden vazgeçmem. Ne yapacak edecek onunla görüşeceğim.”

“Oğlum, bu kız seni, ilk tanıştığınızda yerle bir etti. Yılbaşı gecesi her ne olduysa sinemaya davet etmişsin. İyi güzel! Ama kız gelip gelmeyeceğini bile söylememiş. Yine vazgeçmedin. Kızın okul hayatı, sonra iş hayatı diyorsun ama yine vazgeçmiyorsun! Hayırdır? Ne bu saplantı?”

“Saplantı değil. O kafenin kapısından girdiği an çarptı. Ne inkâr edeceğim ki? Onunla birlikte olmak istiyorum. Onu tanımak istiyorum. O hazır cevapları ile mest olmak istiyorum.”

“Sedat, son kez söylüyorum. Onur'u üzersen Umut da beni üzer. İşte o zaman ben de seni üzerim.”

“Üzmek mi? Onun için düşündüklerim, onu üzmek için değil ki! Aksine onun omuzlarından yükünü almak isterim. Keşke aynı meslekten olsaydık da ona bildiklerimi öğretebilseydim. Böylece daha az ders çalışır, bana daha çok vakit ayırırdı.”

“Çok romantiksin! Dikkat et de pembe dizi kıvamında bir entrikanın içine düşme.”

“Ne entrikası?”

“Ne bileyim. O kadar tuhaf laflar etmeye başladın ki, ardından bir pembe dizi senaristi çıkacak dedim.”

“Benimle uğraşma. Sen kendi derdini hallet önce.” İki kardeş yatak odalarına girdiğinde konuşmaya devam ediyordu.

“Benim derdim yok.”

“Umut'u dert etmiyorsun yani artık?”

“Umut benim arkadaşım ve öyle de kalacak.”

“Yunus, şurada ikimiziz! Bana gerçekte ne hissettiğini söylesene. Umut senin için ne anlam taşıyor?”

“Ne taşıdığı değil ne taşıması gerektiğini konuşuyoruz. O benim arkadaşım. Başka bir şey değil!”

“Onu anladım. Neyin olmasını isterdin onu anlamadım. Kız arkadaşın mı, kısa süreli yatak arkadaşın mı, uzun süreli hayat arkadaşın mı?”

“Sedat, bu konu kapandı. O benim arkadaşım. Daha fazla sorma.”

“Senin kararın bu kadar kesinse iyi. Çünkü benim arkadaşlardan biri seni onunla görmüş. Bana sorup duruyordu. 'Ağabeyinin kız arkadaşı mı o kız?' diye. Ben de yok onlar arkadaş sadece dedim.” Sedat'ın cümlesi bitmeden, Yunus dikleşerek kardeşinin karşısına geçip sert bir sesle sordu,

“Kimmiş o soran?”

“Önemli değil. Nasılsa sizin aranızda başka bir şey olamayacakmış, yarın söylerim, bir yolunu bulur tanıştırırım. Gerisi onlara kalmış.”

“Öyle bir şey yaparsan, seni lime lime doğrarım.” Sesi gittikçe kısılıyor, hatta hırlamaya dönüşüyordu.

“Ya ne oluyor ki sana? Hem Umut, bir sürü erkekle gezdi, onunla da gezsin belki anlaşırlar!”

“Sedat, susmazsan sabahı göremezsin. Tanıştırmayacaksın, işte o kadar.”

“Neden?”

“Çünkü”

“Çünkü açıklama değildir. Çünkü der devamını getirirsin.”

“Yeter sıkıldım. Ben yatıyorum.”

“Tamam, ben de yatıyorum. Yarın için Umut'u arayacağımı unutmamam lazım.”

“Sedat, Umut'u ararsan ve onunla birilerini tanıştırırsan seni gerçekten gebertirim.”

“Neden?”

“Çünkü onu seviyorum.”

“Nihayet. Günlerdir her halinden anlaşılanı söze dökmek bu kadar zor mu?”

“Şu an konuşmak istemiyorum. Sana dediğimi yap. Kimseyi tanıştırma.”

“Tamam... Bu arada... Kimse yoktu tanışmak isteyen. Ama senin yüzünü izlemek çok keyifliydi.” Sedat, keyifle gülüyordu. Ama o güldükçe Yunus karşısında sinirden daha çok kızarıyordu. En sonunda dişlerinin arasından tıslayarak, “Bunu sana ödeteceğim.” dediğinde, Sedat omuz silkerek, “Benim için sorun yok.” dedi.

Yunus, kardeşine arkasını dönerek yattı. Evet, itiraf etmişti nihayet. Günlerdir içini kavuruyordu bu aşk. Biliyor ama söze dökmek istemiyordu. Çünkü bundan dönüş yoktu. Ama az önce daha fazla dayanamamıştı. İçinde uyanan duygulara inanamamıştı. Sedat'ın söyledikleri ile içi yanmaya başlamış, Sedat'ı bile dövmek istemişti. Başka bir erkeği kabullenemeyeceğini biliyordu. Evlenmek istediğini söyleyen o serseriden beri kendisindeki değişiklikleri fark ediyor, duygularını dizginlemek istiyordu. Ne yaparsa yapsın önüne geçemediği bir aşka düştüğünün farkındaydı.

Artık yapacağı tek şey uzak durmaktı. Umut, kendisi ile asla bir erkek olarak ilgilenmediğine göre, ne kendisine acı çektirecekti ne de ona yakın olacaktı. Hem, kendisi de bu güne kadar bir sürü kadına ilgi duymamış mıydı? Belli bir süre geçince ilgisi yok oluyordu. O da o zamanı kendisine verecek, Umut'dan uzak duracaktı.


Kararını verdikten sonra gözlerini kapattı. Ama kapar kapamaz gözünün önüne Umut gelince yeniden açtı gözlerini. Bulduğu çözümü en kısa sürede uygulamalıydı! Yoksa uykusuz çok gece geçirecekti...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder